30 Nisan 2008 Çarşamba

NE HİSSETTİĞİMİ MERAK EDENLERE...

Susmam gerektiği halde konuşuyorum.Affedemediğim,affedilmemesi gereken şeyler yapıyor sonra kendim üzülüp yalnız ağlıyorum.Ben bir duvar gibi herkesi durduruyorum ama ben asi olmak istediğim de beni kimse durdurmuyordu.
İşte şimdi bu noktada tek başıma yüreğime saplanmış okları temizliyor onları alırken kanatıyorum.Başkaları ise yardımları yerine tuzlarını basıyorlar.Bencil olduklarını bile bile gülümsüyorum yüzlerine ve onları kırmamak için incitmemek için susuyorum.Gittiklerinde yeniden ağlıyor ve acılarımla yalnız kalıyorum.
Çok mu cesurum yoksa çok mu korkak?Bence kendinden korkan ve kendini affeden bir ahmak.Susalım artık konuşmayalım.Ben aslında aynı hatayı yapan sonuçları ağır olunca köşesine çekilen bir korkak.Durun!hemen karar vermeyelim öncesinde yıpranmanın sonucu bir yorgunluk olmalı bu?Bakın yine bir ışık buldum karanlıkta umudumu yitirmeden.Demek ki düzelebilirim.Belki çok zaman alır ama inanıyorum yıkılmayacağım,susmayacağım her zaman gerçekleri haykıracağım.(Şeyma GÜRBÜZ)

DÜŞÜNÜYOR MUSUN?

Kurtulamadım mı geçmişten
Kurtulamam mı gelecekten
Dün geçmişse eğer
Dünde bir gelecekti zaten

Neden sorusuna cevap
Neden sorusunun içinde mi?
Her sorunun cevabı bir gizem ,
Her gizem farklı bir soru mu şimdi.

Nasıl geçti geçmişim?
Nasıl geçer gelecek?
Dün nasıl geçmişse,
Yarın öyle gelecek.

Kendime sorduğum her soru
Kendime bakışımda gizli.
Gözlerim okunabilseydi
Kelimelerim olmazdı şimdi.
(Şeyma GÜRBÜZ)

NİSAN SONU


Sevgili Gül Bahçesinin gülleri bir ayın daha sonuna gelmiş bulunuyoruz .Gelecek ayın bizlere huzur, mutluluk ve en önemlisi daha fazla sevgi getirmesi dilegiyle.Kendinizi ve sevdiklerinizi ihmal etmeyin.Acizane çiçeğimide kabul buyurun.
(Elif GÜRBÜZ)

28 Nisan 2008 Pazartesi

YARATILIŞ KARŞISINDAKİ KONUMUMUZ



GÜNÜMÜZE HÜKMEDEN anlayışın doğu ve batıda bütün medeniyetleri ve kültür havzalarını ya teslim aldığı yada uyuşturduğu modern zamanlarda tek bir direnç merkezi vardır; İslam. Hakikaten, bu topraklarda (tarihsel tecrübesine vukufiyetim açısından Anadolu'yu kastediyorum) yetişen nesillerin onca baskıya rağmen insanlıklarını kaybetmeden, şefkat ve sevgi eksenli bir hayat anlayışları ve arayışları manidardır. Yeryüzünün halifesi İnsan'a yaraşır şekilde, geçmiş tecrübelerinin ışığında Allah-kainat-insan üçlüsü arasındaki irtibatı öyle yada böyle resmedebiliyor olmaları heyecan verici bir şey nazarımda...
Bu topraklarda yetişmiş az buçuk insaf sahibi vicdanlar olarak, ruhsuz ve şiirsiz modern zamanların fıtratı bozduğunu bir vaka olarak okuyabiliyoruz. Değil sadece aşk, şefkatin bile nerdeyse cinsel hazlara indirgendiğini hissedebiliyor, kadına anne ve eş olarak bile değer vermeyen bir dünyanın, kadın-erkek eşitliği sloganlarıyla nasıl bir kıyım yaptığından bahsedebiliyoruz. Ahlak'ın nasıl yozlaştığını görebiliyoruz. Adaletin ne olduğuna dair bir fikrimiz, ve vicdanlarımızda zulme karşı beslediğimiz gayretimiz var.
Bu topraklara dair çok iyimser bir tablo çizmiş olabilirim. Bil-fiil halinde olmasa bile kuvve halinde yarınları saadet asrına çevirecek bir geleneğe sahip olmamızın rahatığıyla konuşuyorum. Nitekim, hepimizin hayata ve imana dair meselelerde, hiç değilse şimdilik çekirdek halinde koruduğu, bir gelecek hülyası vardır diye zannediyorum.
Ehli din, daha bir yüksek tondan haykırarak ve bilgilerini hayata nüfuz ettirerek, zamanla o çekirdeğin dallanıp budaklanıp meyveler vermesini sağlayacaktır. Evet, bu işi bu topraklarda yapmak kolaydır, vicdan sahibi tefekkür ve kalem erbabı bunu hakkıyla resmetmektedir ve yine aynı medeniyetin çoçukları olan bizler az buçuk insafımız varsa anlatılanları anlamaktayızdır. Yeniden ifade etmek gerekirse, kolay olmamakla birlikte bunun mümkün olduğunu hissediyor ve ümitlerimizi canlı tutmak için birçok sebebimiz olduğuna inanıyoruz.
Bununla birlikte aynı şeyleri farklı kültürlerin çoçuklarına nasıl anlatacağımız bir muamma olmakla birlikte tamamen imkansız değildir. Misalen, kadına dair bizim medeniyetin yaklaşımı ile batı medeniyetinin yaklaşımı aynı değildir. Liberallerin özgürlüğü ile alemlerin Rabbinin insana bahşettiği özgürlük arasında da esasında uzlaşmaz farklar vardır. Dersimizi insanı yaratan Rabbin kitabından aldığımıza göre kendi medeniyetimizden kuşku duymuyoruz, o halde batı medeniyetinin düştüğü çıkmazlara odaklanarak, nasıl sefil ve sefih hallere girdiklerini şefkat ile anlatarak bu uzlaşmaz farkları çözmek imkansız değildir. Elbette kendi insanımıza konuştuğumuzdan farklı bir söylem ve üslub geliştirmek zorundayız. Ne yazık ki, şimdilik bu aşamada olduğumuz söylenemez ama yarınlara dair bir ümidimiz yine de vardır.
(Serdar pehlivanoglu)

MELEK ÖĞRETMEN


Öğretmenin adı Melek’ti ve 5. sınıf öğrencilerinin önünde durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmenin yaptığı gibi onlara baktı ve “hepsini aynı derecede sevdiğini” söyledi. Yeni öğrencilerine karşı olumlu bir izlenim bırakmaya çalıştığı bu ilk gününde ön sıralarda, adeta çökmüş gibi oturan bir öğrenci dikkatini çekmişti. Öğrencinin adı Murat Can’dı. Melek öğretmen, Murat’ı gözlemiş; onun diğer çocuklarla oynamadığını, giysilerinin kirli ve mutsuz olduğunu fark etmişti. Melek öğretmen çalıştığı diğer okullarda yaptığı gibi her öğrencisinin dosyasını inceledi. Önceki öğretmenlerinin öğrenciler hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye çalışıyordu. Sıra Murat Can’ın dosyasına gelince Melek öğretmen şaşırdı.
Çünkü birinci sınıf öğretmeni: “ Murat zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu… Arkadaşları onunla olmaktan mutlu…” diye yazmıştı. İkinci sınıf öğretmeni; “Murat mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından seviliyor. Fakat annesinin hastalığı onu üzüyor. Sanırım evdeki yaşamı biraz zor geçiyor.” diyordu.
Üçüncü sınıf öğretmeni; “Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor. Evdeki olumsuzluklar onu fazlasıyla etkiliyor.” Diye yazmıştı.
Dördüncü sınıf öğretmeni ise; “Murat içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermeyen bir çocuk. Hiç arkadaşı yok, bazen de sınıfta uyuyor.” diye yazmıştı.
Melek öğretmen Murat’ın sorununu anlamıştı ve onunla diğer öğrencilerden farklı ilgilenmeye başladı. Aradan geçen birkaç ay sonra öğrenciler çok sevdikleri öğretmenlerine, süslü kağıtlara sarılmış, güzel kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirmişti. Murat hediyesini verirken Melek öğretmen kendisini kötü hissetti. Çünkü Murat’ın hediyesi, kaba bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Melek öğretmen Murat’ın hediyesini sınıfta açtı. Bazı öğrenciler, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu olan parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar. Fakat Melek öğretmen, bileziğin çok zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden birkaç damlayı bileğine damlatarak onların gülmelerini engelledi.
O gün ders bittikten sonra Murat, Melek öğretmenin yanına gelerek “ öğretmenim bu gün hep annem gibi koktunuz.” Dedi.O günden sonra Melek öğretmen öğrencilerine ve özellikle de Murat Can’a daha yakın ilgi göstermeye, ders anlatmaktan başka öğrencilerinin gelişimlerini, duygularını, isteklerini yakından takip etmeye başladı. Özellikle Murat Can öğretmeninin kendisine gösterdiği yakınlıktan ve ilgiden çok etkilenmiş ve derslere olan ilgisi artmıştı. Her geçen gün daha başarılı oluyor ve bu başarısıyla da öğretmenini memnun ediyordu. Melek öğretmen okuldaki ilk gününde tüm öğrencilerini aynı derecede sevdiğini söylemişti ama Murat Can’ı diğerlerinden daha çok seviyordu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu Melek öğretmen. Not Murat’tandı. Şimdiye kadar tanıdığı en iyi öğretmenin kendisi olduğu yazıyordu notta. Murat’tan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçmişti aradan. Notunda liseyi bitirdiğini, sınıfının en iyi öğrencisi olduğunu ve Melek öğretmenin hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra bir mektup daha aldı Murat’tan. Bu zamanların kendisi için çok zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi bir dereceyle mezun olmak için çok çalıştığını yazıyordu. Melek öğretmen onun hayatındaki en iyi öğretmendi. Bunun üzerinden dört yıl geçti ve bir mektup daha geldi Murat’tan. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha da ileriye gitmek istediğini yazıyordu ve hala Melek öğretmen onun hayatında tanıdığı, en iyi ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektuptaki imza biraz farklıydı. Dr. Murat CAN.
İlkbaharda bir mektup daha geldi Murat’tan. Evleneceğini, babasının bir yıl önce öldüğünü söylüyor, Melek öğretmenin düğünde damadın ailesi için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Seve seve kabul etti Melek öğretmen bu teklifi.
Melek öğretmen düğün törenine gelirken özenle sakladığı, birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Murat’ın kendisine verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
Birbirlerini sevgiyle kucaklarken, Murat, öğretmeninin kulağına “Bana inandığınız için çok teşekkür ederim öğretmenim, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de…” diye fısıldadı.
Melek öğretmen gözündeki yaşlarla karşılık verdi: “ Yanılıyorsun Murat, ben değil, sen beni değiştirdin. Seninle karşılaşıncaya kadar öğretmenliği bilmiyormuşum…!

(alıntı)

SEVGİNİN BEDELİ



Küçük oğlu annesine geldi ve ona kağıdı uzattı.

Annesi ellerini önlüğüne kuruladıktan sonra kağıdı okumaya başladı;

Çimleri biçtiğim için 5 dolar

Odamı temizlediğim için 1 dolar

Alışverişe gittiğim için 50 sent

Küçük kardeşime baktığım için 25 sent

Çöpü attığım için 1 dolar

İyi bir karne getirdiğim için 5 dolar

Bahçeyi temizlediğim için 2 dolar

Toplam borç 14 dolar, 75 sent

Anne, umutla kendisine bakan oğlunun elinden kağıdı aldı ve kağıdın arka yüzüne şunları yazdı;

Seni 9 ay karnımda taşıdım BEDAVA

Hasta olduğunda başında bekledim, elimden geleni yaptım, senin için dua ettim BEDAVA

Yıllar boyu değişik nedenlerle senin için gözyaşı döktüm BEDAVA

Senin için geceler kaygı duyup, uykusuz kaldım BEDAVA

Oyuncaklarını topladım, yemeğini hazırladım giysilerini yıkadım, ütüledim BEDAVA YAVRUM ve bunların hepsini topladığın zaman gerçek sevginin bedelinin olmadığını görürsün, bedavadır çünkü..

. Oğul annenin yazdıklarını okuyunca gözleri doldu.

Annesine baktı,

Anneciğim seni seviyorum dedi ve kalemi alarak bu kağıda HEPSİ ÖDENMİŞTİR yazdı


(alıntı)

BUNU HEP YAPIYORUZ,TA Kİ !...




(Süveyda)


25 Nisan 2008 Cuma

KÜÇÜK AYRINTILAR BÜYÜK MUTLULUKLAR



Eşim ve ben evliliğimizde,

*Her türlü sorunla beraber başa çıkacağımıza, sağlık, para ve diğer konulardaki sıkıntılarımızda birbirimizin yanında olacağımıza
*Açık ve net olacağımıza ve en zor durumlarda bile yalana başvurmayacağımıza,
*Çevrenin etkisiyle ilişkimizin zedelenmesine izin vermeyeceğimize,
*Birlikte zaman geçireceğimize, en yoğun zamanlarımızda bile birbirimize vakit ayırmaya çalışacağımıza,
*Ev işlerinde birbirimize yardımcı olacağımıza,
*Kazancımızı birlikte karar vereceğimiz bir düzenle harcayacağımıza
*Başarılarımızı teşvik edeceğimize, yanlış davranışlarda birbirimizi uyarıp birlikte iyi ve hayırlı işler yapacağımıza,
*Eksiklerimizi birlikte aşacağımıza ve ilişkimizi sağlamlaştırmak için çaba harcayacağımıza,
*Sorunlarımızı konuşarak çözeceğimize,
*Çocuk bakımında karşılıklı özveri ile en doğru yöntemlerle çocuğumuzu yetiştirmek için uğraşacağımıza,
*Metafizik gerilimin kaybedilmesi ile oluşacak boşlukların doldurulması konusunda birbirimize yardım edeceğimize,
*Çocuklarımızın duygusal, fiziksel, zihinsel ve manevi hayatlarının oluşmasında gerekli altyapıyı hazırlayacağımıza,
*Eve kalıcı veya geçiçi misafir kabul etmede, hayır duygularını ihmâl etmeden ve aile saadetimizi bozmayacak şekilde birbirimizin anlayış ve rızasıyla karar alacağımıza,

(Söz veriyoruz)ÖYKÜ HANE

KEŞKE


Bu sözcüğü kaç konuşmanızın başına eklemişseniz onca ıskalamışsınızdır hayatı…

Dört mevsimlik bir sene olsa ömür, “keşke”, onun güzüne denk gelir.

Hepten vazgeçmek için erkendir, telafi etmek için geç…

Mağlubiyetin takısıdır “keşke”...

Kaçırılmış fırsatların, bastırılmış duyguların, harcanmış hayatların, boşa yaşanmış ya da hakkıyla yaşanamamış yılların, gecikmiş itirafların ağıtıdır.

Çarpılıp çıkılmış bir kapıda, yazılıp yollanmamış bir mektupta, gözyumulmuş bir haksızlıkta, vakit varken öpülmemiş bir elde, dilin ucuna gelip ertelenmiş bir sözdedir.

Feri sönmüş bir çift gözde ya da yitip gitmiş bir güzelliğin ardından iç çekişte…
“Yolunu gözlemeseydim”, “öyle demeseydim”, “terk edip gitmeseydim”, “en güzel yıllarımı vermeseydim” diye diye sızlanır gider.
* * *
“Keşke”nin panzehiri “İyi ki”dir.
İlki ne kadar pısırıksa, ikinci o denli yiğittir.

“Keşke”, çoğunlukla bir “ahh”la kopup gelir ciğerden… Esefler, hayıflanmalar, yerinmeler sürükler peşinden…

“İyi ki” ise, muzaffer bir “ohh”la büyür; cüretiyle öğünür.

“Keşke”li cümlelerde nasıl yaşanmamışlığın, yarım kalmışlığın o ezik tuzu kuruluğu varsa, “iyi ki”lilerde de göze alabilmişliğin, riske girebilmişliğin, tadına varabilmişliğin mağrur yaraları kanar.

Okulu hiç kırmamışsınızdır, sinemada öpüşmemişsinizdir; dokundurtmamışsınızdır kendinize, bir kez olsun gemileri yakmamışsınızdır.

Konuşmanız gerektiğinde susmuş, koşacağınız zaman durmuş, sarılacağınız yerde kopmuşsunuzdur.

Bir insana, bir işe, bir davaya ömrünüzü adamışsınızdır.

O insanın, o işin, o davanın, bunu hak etmediğini sezmenin hayal kırıklığındadır “keşke”...

“Şimdiki aklım olsaydı” dövünmesindedir.

Geriye dönüp baktığınızda, ayıplara, yasaklara, korkulara, tabulara feda edilmiş, “Ne derler” e kurban verilmiş, son kullanma tarihi geçmiş bir yığın haz, bilinçaltından el sallar.

“Keşke” cilerin hayatı, kasvetli bir pişmanlıklar mezarlığıdır.

“İyi ki” öyle mi ya…!

Onda, yara bere içinde de olsa, yana yana, ama doyasıya yaşamış olmanın iç huzuru ve haklı gururu haykırır.
* * *
“İyi ki”lerinizi toplayın bugün ve “keşke”lerinizden çıkartın.
Fazlaysa kardasınız demektir.

Aldırmayın yüreğinizdeki kramplara, mahzun hatıralara… Rüzgarlarla koştunuz ya…

“Keşke”leriniz, “İyi ki”lerden çoksa…

Telafi için elinizi çabuk tutun.

Tutun ki, yolunuzu gözlerken terk ettiğinizle bir gün yeniden karşılaştığınızda siz susarken, feri sönen gözleriniz “keşke” diye nemlenmesin.

Etiketler: Can Dündar

KUL HAKKI


Dinle sana bir nasihat eyleyim.
Yetim hakkı yeme sana söyleyim.
Allah emrediyor bunu bilelim,
Kul hakkıyla gelme diyor arkadaş.

En büyük günahtır hakkın yanında.
Hiç faydası olmaz sana sonunda.
Kıymetin yok peygamberin yanında.
Kul hakkını sakın yeme arkadaş.

Kul kula sebebtir zararı yoktur.
Ben bir kötü kulum günahım çoktur.
Her yıl hacca gitsen faydası yoktur.
Ödeyemessin kul hakkını arkadaş.

Yetim hakkı kul hakkından ağırdır.
Haksızı haklının yanına çağırdır.
Cehennemde zebaniler sağırdır.
Kul hakkını sakın yeme arkadaş..

Yedin ise tez helallaş burada.
Yarın çok zor olur kardeş orada.
Geldi günlerimiz belki burada,
Onun için acele et arkadaş.

Adetimdir sabah erken kalkarım.
Hiç durmadan ben sılama bakarım.
Kul hakkı yedim ise elbet çekerim.
Allah bize yardım etsin arkadaş.

İlçem Emirdağı Aslanlı köyüm.
Afyondur ilim türkmendir soyum.
Doğruyu söylerim bu benim huyum,
Kul hakkını sakın yeme arkadaş.

Şimdi Modandayım beni sorarsan,
Tez bulursun hak sahibini ararsan.
Mahşer günü kul hakkıyla varırsan,
Orada yüzün kara olur arkadaş.

Muhiddin Gürbüzde doğruyu söyler.
Bu dünyada kalır yaptığın işler.
Bütün azaların şahitlik eyler,
Ne yaptıysan çekeceksin arkadaş.

(Muhiddin GÜRBÜZ)

24 Nisan 2008 Perşembe

FARK EDİLMEYEN ZENGİNLİKLER



Bir forumda “Hayatımızda o kadar çok şeye sahibiz ki, bunları fark edip şükredelim” diye devam eden yazının sonunda yapılan yorum ilginç geldi.Başka bir üye şöyle demişti: Hayat elimden o kadar çok şey aldı ki, verdiklerini göremiyorum.Satırları okuyunca bu kişiye hak vermeye çalıştım.Uzaktan ahkâm kesmek kolay olduğundan “Olur mu canım?” demeden düşünceler ürettim.Kendimce senaryolar yazdım.Ne kadarının içine oturdu hayatı bilemiyorum. Ama bu cümleyi söylemesine sebep olacak kadar acıklıydı benim senaryolarımda.“Hayatın hep soğuk yüzüyle karşılaşmıştır.”“Hiç ummadığı anda yaşadığı hayal kırıklıkları iyice umutsuzlaştırmıştır.”“En sevdiğini, acı bir olayla kaybetmiştir.”“Kimsesizdir, tutunacak dalı, teselli bulacak sıcak bir ocağı yoktur.”Türünden binlerce trajik olay geldi, geçti zihnimden. Hatta “Bu kadar da değildir canım. Daha neler” diyeceğim kadar acıydı benim yazdıklarımda.Ama bu kadar olayın içinde, bu cümleyi haklı olarak söyleyebileceğini bir an bulamadım.Ve birçoğumuzda var olan, yetinememe hastalığının bu kişiye de bulaştığına karar verdim.Bu zamanın en tehlikeli hastalıklarından biriydi hiçbir şeyle yetinemeyip, daha fazlasını isteme hali.Ve bu halin getirdiği sonuç ta; en küçük olayda üzülüp, perişan olmak.Devamında ise: Ufak bir hayal kırıklığı, küçük bir başarısızlık, ani gelen bir hastalık ya da terk ediliş. Bütün dünyamızı altüst etmeye yetip, acıya dair ne kadar cümle varsa üretmemize sebep oluyordu.Ve çevremizde olan diğerlerine, “Sakin ol. Ben varım ya!” deme fırsatı dahi bırakmayan feryatlarımız.Bu tür durumlarda, dehşet bir halde yükleniyoruz kadere ya da sebeplere.“Ben bunu hak etmedim” türünden arabesk cümleler koşa koşa geliyor. Hayatımızın kapısında oturup, bize de pencereden bakıp gözyaşı dökmek kalıyor.Ben bu halimizi, önünde birçok oyuncağı olduğu halde, sadece içlerinden birinin kırılması, kaybolması ya da bir başka çocuğun almasıyla bütün oyuncaklarını kırıp “illa o oyuncağı isterim” diye ağlayıp, kendini yerden yere vuran çocuğun haline benzetiyorum.Hem kendini, hem çevresindekileri çileden çıkaran bu çocuk ne kadar şefkate, acımaya layıksa bizde olamayanlar için ya da yitirdiklerimiz için ağlarken o kadar merhameti hak ediyoruz.Ve sahip olduğumuz onca oyuncağı görmeyip, bir oyuncak için elimizdekilerden de olup, bir hayatı boş yere harcayıp yitip gidiyoruz.Elimizdekileri gören ve “Bak bu kadar şey var sana ait.” diyenlere de düşman kesilip, daha fazla feryat ediyoruz.Oysa insanın her umutsuz anında, daha kötü durumda olanı düşünerek mutlu olması gerekiyordu.“Hiçbir şeyim yok” diyenler ise, ellerindeki mucizeyi fark etmeyenlerdi. Çünkü onlarda birçok insan gibi mucizeye inanmıyorlardı.Oysa her sabah kahvaltıya gelen birkaç çeşidi beğenmezken, sadece ekmek ve çayla kahvaltı yapan ve bu ekmeğin taze olması için dua eden çocuklar olduğunu düşünmek.Ya da sokaklarda çöp tenekelerinde ekmek arayan kocaman dedeleri görüp, şükretmek.Toplu taşıma araçlarından şikâyet edip bir araban olmadığı için umutsuzluğa düştüğünde, cebinde bilet parası olmadığı için her gün yürümek zorunda olanları fark etmek.İşler iyice zorlayıp, “yeter “ denileceği anda, günlerdir iş arayan insanlarla konuşmak.İstediği ayakkabıyı denkleştirip alamadığı için üzülürken, hiç ayakkabı giyemeyecek olan engelli birine rastlamak.İnsanı şikâyet etmeden önce defalarca düşünmeye sevk eden mucizelerdi.Unutulmamalı ki:“İnsanlar basit sebeplerle mutlu, daha da basit nedenlerle mutsuz olacak şekilde yaratılmıştır. Aynen basit bir sebeple doğmaları ve daha da basit bir sebeple ölmeleri gibi”(saadet bayri)


İKİ DAMLA KAR


Kalbi çok kırılmıştı ona. Barışmak için ona saksıda bir kış menekşesi göndermiş ve telefonda defalarca özür dilemiş olsa dahi, kırgınlığı henüz geçmemişti. Menekşe saksısını mutfakta camın önüne yerleştirmiş, mor üzerine sarı nakışlı yüzüne mahzun mahzun bakarken, bir yandan düşünüyordu. O ne fedakârlıklar etmişti bu yuva için. İki meyvesi vardı yuvalarının. Biri kız, biri oğlan. Dünyalar tatlısı iki güzel yavru. Şu anda okuldaydılar. Bir ara yine baktı menekşesine. Açılmış çiçeklerden biri yapraklarını dökmüştü. İçinde tohum tutmaya başlamış bir yuvacık vardı. Diğer çiçeklerin de tohum tutmuş hallerini düşününce, onun çok zengin olduğunu düşündü. Bire binler katan bir bereket. Bu zenginlik, ona Rabbi tarafından ihsan edilmişti. O da bu menekşe gibi, bereketli sevgi çiçekleri açmakta iken, hiç lâyık olmadığı sözlerle kalbini kıran beyi, kalbine kış mevsimi gibi çöküp, içindeki çiçekleri soldurmuştu. Ona dargındı... Dargındı işte. Bu arada zil çaldı. Hemen kapıya koşturdu. Tek dertdaşı, can yoldaşı bir hanım arkadaşı gelmişti. Buyur etti. Sohbetin ilerlediği bir saatte de, kalbindeki kırgınlıktan, bu kırgınlığı gidermek için gönderilen kış menekşesinden bahsetti ve tohum tutmuş dalını gösterdi.Arkadaşı, ''Bu tohumların içinde ne var?'' diye sordu. Anlamsız bir soru olduğunu düşünmesine rağmen, ''Menekşe tabii'' diye cevapladı. Arkadaşı, ''Beyini seviyorsun, değil mi?'' diye sorduğunda, ''Ne alâkasız şeyler soruyor'' demesine rağmen, iç çekerek yine cevap verdi.''Eh, kırgın olsam da, seviyorum elbette. Çok güzel günlerimiz de oldu onunla. Sevgi, hemen kestirilip atılacak bir şey değil ki!'' Sonra ''Bu kış menekşeleri kar yağsa da açılıyorlar, değil mi?'' deyince, çok şaşırdı, ama bozuntuya vermeden, ''Evet'' dedi. Arkadaşı, ''Canım, bak! Biz de bu menekşeler gibi dayanıklı olmalıyız. Hemen iki damla kar yağdı diye, sevgiye tohum tutan kalbimizin açacağı çiçeklerin solmasına izin vermemeliyiz. İnsan bu. Elbette hatasız olamıyor. Ama belki bir sıkıntısı, problemi vardır onun da. Kalbin hâlâ sevgiye tohum tutmakta iken ve onu sevdiğini biliyorken, şu kırgınlığı kalbinden atsan da, yine yüzüne gülücüklerini takınsan, baharın gelmesine müsaade etsen, bu sana daha çok yakışır.'' Tuhaf soruların mahiyeti anlaşılmıştı. Arkadaşı aslında çok bilinçli sorularla kalbini harekete getirmiş, karların altına gizlenmesini, solmasını önlemişti, kalbindeki çiçeklerin. Arkadaşını geçirirken, ''Ne iyi bir arkadaşım var. Keşke herkesin böyle iyi arkadaşları olsa! Tek bir sözü ile beni kışkırtıp, yuvamın yıkılmasına dahi sebep olabilecekken, gönlümdeki baharı geri getirdi. Kalp membaımdaki zehri attırıp, yine gürül gürül akmasına ve hayata dönmesine vesile oldu'' diye geçirdi içinden. Mutluluğunu derinden derine hissederek, o anda okuldan dönen yavrularına gülücüklerle kapıyı açıp, onları hasretle öptü. Kış mevsimlerine teslim olmayacaktı artık. Sevgi çiçeklerinin solmasına izin vermeyecekti. Çünkü o, baharı istiyordu. Kış mevsimlerine dayanamayan, baharları görebilir miydi?

(Alıntı)

16 Nisan 2008 Çarşamba

KİM BİLEBİLİR?



Kim bilir, şu an içimdeki fırtınayı kim bilebilir?
Neler yapmak isteyip de neleri yarım bırakıp, nelere hiç başlamadığımı kim bilebilir?
Hayata sımsıkı tutunmak için ne çabalar verdiğimi,
İçimdeki beni ben dahi çözemezken çevremdekilerden neler beklediğimi kim bilebilir?
Bir bakmışım coşkulu bir bakmışım hüzünlü.
Yalnız ben miyim böyle; derken ne tuhaf !
Bana benzeyen ne çok insan var.
(Kainatı ve beni yaratandan başka kim bilebilir?)



(Elif GÜRBÜZ)

14 Nisan 2008 Pazartesi

İLGİNÇ BİR VAZGEÇİRME YÖNTEMİ






Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk birkaç haftasını huzur içinde geçirir; ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak geçer giderler. Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam buna bir son vermeye karar verir.Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapının önüne çıkar onları durdurur ve,"Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün bir dolar vereceğim" der.Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve şöyle der:"Çocuklar, enflasyon beni de etkilemeye başladı. Bundan böyle size sadece günde elli sent verebilirim…"Çocuklar pek hoşlanmazlar, ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları."Bakın" der, "Henüz maaşımı almadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?"Çocuklar, "İmkansız bayım" der."Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”

13 Nisan 2008 Pazar

SAVAŞIN EN KANLI GÜNLERİNDEN BİRİ


Asker,en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üstünde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve:
-Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?
-Delirdin mi? der gibi baktı teğmen… Gitmeye değer mi?Arkadaşın delik deşik olmuş… Büyük olasılıkla Ölmüştür bile… Kendi hayatını tehlikeye atmaya değmez…Asker ısrara etti ve teğmen ona “peki” dedi…”Git o zaman”
İnanılması güç bir mucize…
Asker o ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü…
Birlikte siperin içine yuvarlandılar…
Teğmen kanlar içindeki askeri muayene etti… Ve arkadaşına döndü:

-Sana hayatını tehlikeye atmana değmez demiştim, arkadaşın çoktan ölmüş…

-Değdi teğmenim… dedi asker

-Nasıl değdi?… dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?
-Gene de değdi komutanım…Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağ idi… Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için…
VE ARKADAŞININ SON SÖZLERİNİ HIÇKIRARAK TEKRARLADI…:

-MEHMET!… GELECEĞİNİ BİLİYORDUM!… demişti arkadaşı…Geleceğini biliyordum…

11 Nisan 2008 Cuma

ÖLÜYE SESLENİŞ


Düne kadar, aboneydin harama,
Hep derdin ki ‘sözüm geçer parama’
Şimdi musallada boşa arama
Banka vezneleri yok tabutların
Söyle, biraz avans versin putların.

Tapular bıraktın,valiz dolusu
Varisler şimdiden kurdular pusu
Niye getirmedin? Hayret doğrusu
Gerçi bagajları yok tabutların
Bir taksi tutardı sana putların.

Ahlak felsefende, çağdaşlık maşa
Üç beş fahişeyle güreştin boşa
Haydi! Bu gecede kaçamak yaşa
Gümüş şamdanları yok tabutların
Birkaç mum getirsin söyle putların.

Hep aşkta kazandın verdin kumarda
Dolaşmalı derdin, rakı damarda
Biraz ayıldın mı bu son şamarda
Amerikalı barı yok tabutların
Söyle de cin-tonik versin putların.

Yaşarken sende bir saplantı vardı
Minareler sanki sana batardı
Hele sabahları tepen atardı
Gördün ya konforu yok tabutların
Söylede bir döşek sersin putların.

Hani Kur’an diyen sence yobazdı
Hani o yobaza her baskı azdı
Az önce mezarcı yerini kazdı
İmdat düğmeleri yok tabutların
Üzülme kurtarır( !) seni putların.

Ne kadar büyüktü, insana kinin
Hacıya hocaya uzardı dilin
Konuşsana mevta(!)bitti mi pilin
Oksijen tüpleri yok tabutların
Söyle de bir nefes versin putların.

Uyandım diyorsun,lakin boşuna
Gördün bakmıyorlar hiç gözyaşına
Ey mevta kaldın mı yalnız başına
CUMUK yasaları yok tabutların
Söyle bir avukat tutsun putların.

10 Nisan 2008 Perşembe

PEYGAMMER EFENDİMİZİ RÜYADA GÖRMEK

-Ne zaman gördün rüyanda Peygamber'imiz aleyhissalatu vesselamı-İki sene önce gördüm O'nu. Çok sevinmiş, Yüce Allah'a hamd etmiştim. Müthiş bir duyguydu, yaşayanlar ancak bilir bunu. Görmedinse anlatamam o duyguyu. O hazzı yaşaman lazım.Muhammed'in bu sözleriyle müthiş sarsılmıştı Selim. Muhammed ile Peygamber aleyhissalatu vesselam hakkında yaptıkları sohbette, söz rüyada Peygamber aleyhissalatu vesselam'ı görmeye gelmiş ve bu sözler derinden etkilemişti onu. Çünkü bugüne dek hiç düşünmemişti bunu. Oysa etrafındaki birçok insan, hatta babası bile Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'ı rüyasında gördüğünü söylemiş, bunun için Mevlid bile okutmuştu. Yine okuduğu bir hadis-i şerifte Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam, rüyasında kendisini görenin gerçekten gördüğünü ve kendi şekline şeytanın giremediğini belirtiyordu. Başka bir hadiste de, rüyanın vahyin çeşitlerinden ve peygamberliğin bir cüzü olduğunu okumuştu. Okumuştu okumasına, ama tüm bunlar şu anki gibi sarsılmasına yetmemişti."Ben neden göremiyorum, Yüce Resulü aleyhissalatu vesselam?.. Neden bugüne kadar bunu düşünemedim bile?!. O'nu (aleyhissalatu vesselam) görebilmeyi ne kadar çok istiyorum, keşke görebilsem, ah keşke!.. Bunun için her şeyi yapabilirim. Yeter ki o duyguyu, o hazzı ben de yaşayayım. Bilmem ki, Yüce Resul aleyhissalatu vesselam'ı görebilmek için ne yapmalı?" diye kendi kendine konuşuyordu Selim, Yüce Resulü aleyhissalatu vesselam düşündükçe.O günden sonra mahzunlaşmaya başladı Selim. Çok düşünüyordu bu konuyu. O'nu (aleyhissalatu vesselam) rüyasında görebilenleri çok takdir ediyor, onlara gıpta ediyordu. Kendisi de, onlar gibi bu duyguyu yaşamayı çok istiyor ve dualarında da bunu diliyordu.Aklına, bir ara okuduğu bazı kitaplarda, özellikle de dua ve zikir kitaplarında bu konu ile ilgili bazı namaz ve dua çeşitlerinin olduğu geldi. Ama o kitapları nasıl bulacaktı? Nasıl olursa olsun, mutlaka bulmalıydı. Belki de bir vesile bulur, bu hasretine son verirdi.Vakit kaybetmeden arkadaşlarından soruşturdu o kitapları. Bereket versin ki, aradığı konu onlarda bulunuyordu. Kitapları eline aldığında büyük bir sevinç duymuş, duygulanmıştı. Hemen kitaplardaki namazları, duaları ve akabinde yapılacak şeyleri öğrenmek için, vaktinin çoğunu bunları okumaya ve anlamaya ayırdı. Kaç rekat namaz kılınacak, her rekatta Fatiha'dan sonra neler okunacak, namaz bitiminde hangi dualar, zikirler yapılacak, dualardan sonra hemen mi yatılacak?.. Evet tüm bunlara azami dikkat ediyordu. En ince detaylarına varıncaya kadar her şeyi inceliyordu.Her şeyi öğrenmişti artık. Bir iki gün içinde, sırasıyla tek tek uygulamaya başladı öğrendiklerini, Yüce Resulü (aleyhissalatu vesselam) görebilmek için…Büyük ümitlerle yatağına giriyordu geceleyin. Geceleri iple çekiyordu adeta. Hiç bu kadar şevkli, istekli yattığını hatırlamıyordu.Ama heyhat! Yaptıklarının hiçbirisi fayda vermemişti. Yüce Resul aleyhissalatu vesselam yine gelmemişti ziyaretine. Her uyandığı sabah büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor ve çok üzülüyordu. Bir yerde eksiklik vardı mutlaka, ama nerede? Daha ne yapması gerekiyordu acaba?Derin derin düşünürken yine Muhammed ile konuşmaya karar verdi sonunda. Onunla buluşup konuştuğunda, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'ı görme isteğini ve bunun için yaptıklarını, ama hiçbirisinin derdine derman olamadığını üzgün üzgün anlattı. Sesinde, sevdiğinden ayrı düşenlerin ve hasret içinde yaşayanların sesindeki hüzün vardı.İlkin gülümsedi Muhammed, konuşmaya başladı sonra; -Yaptıkların güzel ve takdir edilecek cinsten ama yetersiz. En önemli noktayı unutmuşsun. O'nu (aleyhissalatu vesselam) görmek yürek işidir, anlamalısın. Yürekten yanmalı, sırılsıklam aşık olmalısın. Yakıtın, katığın ona duyduğun aşk olmalı. Yaptıklarını onun aşkıyla süsleyip taçlandırmalısın.-Nasıl yani?-Sana; yöremizde çokça anlatılan bir hikâyeyi anlatayım önce: Bir zamanlar bir mürit, tıpkı senin gibi, şeyhinin yanına gelip Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı rüyasında görmek istediğini söyler. Şeyh bakar ki mürit bunu sadece diliyle söylüyor, ona bir ders vermek için müridine, akşam yemeğinde çok tuzlu mercimek çorbası içmesini ve su içmeden de yatmasını söyler. Mürit, şeyhinin dediğini yapar. Gece rüyasında suyun peşinden büyük bir hasretle koşar. Kendisini dereler, çağlayanlar ve pınarlar içinde görür. Sabah, şeyhinin huzuruna gelip durumu arz edince, şeyhi ona şöyle der: "Sen suya aşıktın, suya ihtiyacın vardı. Bu yüzden hep suyun peşinden koştun. Eğer Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı görmek istiyorsan, ona aşık olmalı, hasretiyle yanmalısın.Gelelim sana, yaptıkların takdire şayan olsa da kabul etmelisin ki bunlar, şekilden ve yüzeysellikten kurtulamıyor. Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı misafir etmek istiyorsun değil mi?-Evet, hem de çok.-Peki onu karşılamaya hazır mısın?-Nasıl?-O aleyhissalatu vesselam, öyle herkesi ziyarete gelmez. Kendisini her yönüyle karşılamaya hazır olanları ziyarete gelir. Onları kendi renginden tanır. Çünkü yaşamları, kendi yaşamının aynısıdır. İşte sen de, onun rengiyle boyanmalısın. Hayatının her anını onu çizdiği program çerçevesinde düzenlemelisin. Nehy ettiklerinden uzaklaşmalı, emrettiklerini yapmalısın. Onun yaptığı her şeyi velev ki basit bir şey de olsa taklit etmeli, ona uymalısın. Sözün kısası, onun sünnetini elinden geldiğince ihya etmeli ve onun vasfı olan 'yürüyen Kur'an' olmaya çalışmalısın. Seni görenler, onun yüce sünnetini hatırlamalı, onun kokusunu duymalılar. Bütün bunlar sabır ve azimle, yavaş yavaş yapılacak şeylerdir. Bütün bunları yapabilirsen emin ol seni ziyaret edecektir. Çünkü ziyaret edilmeye hak kazanacaksın. Denemeye değer değil mi?-Evet, açıklamaların güzel. Allah razı olsun.-Yüce Allah hepimizden razı olsun. Bir de şunu unutma ki onu görmemek dünyanın sonu değil. Onu görmemek imanın zayıflığına veya kişinin kötülüğünden kaynaklanmayabilir. Çok değerli insanlar var ki, onu rüyalarında görememişlerdir. Ama onu görebilmek büyük bir lütuftur ki bu zaten tartışılmaz.-Anladım, Allah razı olsun.Vedalaşıp ayrıldı Selim. Muhammed'in anlattıklarını gayet yerinde ve mantıklı görüyordu. Öyleyse kendisi de gerekeni yapmalı, en azından yapmaya çalışmalıydı.O günden sonra Selim, fıkıh, siyer ve dua kitaplarının sürekli okuyucusu olmuştu. Sadece okumak için değil, tabi ki.. Okuduklarını güzel anlayıp en güzel şekilde uygulamaktı hedefi. Okudukça ufku açılıyordu. Meğer bilmediği ne çok şey vardı. Allah Resulü aleyhissalatu vesselam'ı tanıdıkça ona olan sevgisi de artıyordu. Ve Allah Resulü aleyhissalatu vesselam, hayatta hiçbir şeyi es geçmemiş, her şeyde kendisinden güzel bir örnek bırakmıştı varislerine…Artık Selim de namazlarında daha huşulu ve sünnet namazlarına daha dikkatliydi. Mümkün olduğunca Pazartesi ve Perşembe oruçlarını tutuyor, sadaka veriyordu. Hadisler ışığında kendisine günlük virdler edinmiş her gün virdlerle kalbini Yüceler Yücesine bağlıyordu. Abdestin sünnetlerine tam manasıyla uyuyor, abdestten sonra sünnet namazını kılıyordu. Duha, Evvabin ile gece namazlarını kaçırmamaya dikkat ediyor ve çokça dua ediyordu. Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'a ulaşmaya en büyük vesile olan salavatı dilinden düşürmüyordu. Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'dan öğrendiği gibi gece yatmadan önce abdest alıyor, sünnet olan sureleri okuyup vücudunu sıvazlıyor, Yüce Allah'ı zikredip dua ettikten sonra sağ yanı üzerine yatıyordu. Kısacası; hayatının her alanına sünneti hakim kılma çabasındaydı artık. Hayat, yeni yeni anlam kazanıyordu Selim için.Tabii önce tüm bunları yaparken, şeytanın ve nefsinin vesveseleriyle zorluklar çektiyse de, azmederek, sabrederek, şeytanın hilesinin zayıflığını düşünerek ve Yüce Allah'a sığınarak tüm zorlukların üstesinden gelmeyi başardı.Hayat böyle devam ediyordu. Her gün yeni bir şeyler öğreniyor, öğrendiklerini, hayatına tatbik etme telaşına düşüyordu. Ve tüm bunlar onu, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam'a tam manasıyla aşık etmişti. O'nu aleyhissalatu vesselam öylesine seviyordu ki, mübarek isminin anılması, hüngür hüngür ağlamasına yetiyordu. Mem u Zin ve Leyla ile Mecnun'un aşkları, onun aşkı yanında oldukça sönük kalıyordu. Onların o fani aşkı, ancak aşk okyanusundan bir damla olabilirdi.Ve bir sabah…Hayatının en mutlu sabahına uyanıyordu, gözlerindeki sevinç gözyaşlarıyla Selim. Zira uzun süre beklediği Kutlu Misafir aleyhissalatu vesselam kendisini ziyarete gelmiş, gözlerinden ve yanaklarından defalarca öpmüş, sımsıkı bağrına basmıştı. Selim de O'nu (aleyhissalatu vesselam) defalarca yanaklarından ve mübarek ellerinden öpmüştü. Sarılmıştı, sevinçle. Ve bir emanet bırakmıştı ona Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam. Böyle devam etmesini de istemişti.Ondan mutlusu yoktu artık. Hemen koşup güzelce bir abdest aldı. O esnada kardeşi, radyoyu açmıştı. Sesini yükselterek zikirler eşliğinde şunları söylüyordu sanatçı:"Muhammed aleyhissalatu vesselam'ın o gözleri sürmeli sürmeliAşık olan rüyasında görmeli görmeli"Ne kadar da güzel bir tevafuktu bu böyle!.. bu güzel günü kendisine bahşettiği için Yüceler Yücesine şükür secdesine kapandı. O günden sonra ne zaman bu anı hatırladıysa, yine sevinçten gözleri yaşarıyor, hamd ediyordu.Evet… Aşık olmak gerekiyordu, kavuşmak için.

(Salih Şimşek)İnzar Dergisi

ALLAH BİZE DE NASİP EDER İNŞALLAH (AMİN)

8 Nisan 2008 Salı

GÖRÜYORUM

Kuru laleler görüyorum, güneşin battığı yerde.
Sararıp solan güller görüyorum.
Ağlayan, ağlarken gülümseyen.
Gülerken inciten insanlar görüyorum.
Yeşermesi gereken hayatların solduğunu,
Solacak derken tutunacak dal bulan insanlar görüyorum.
Sevdiğim insanları görüyorum uzaklarda,
Yanımda tanımadığım insanları.
Yanımda olsun istedikleri mi uzaklarda,
Uzakta olsun istediklerimi yakında görüyorum.

Karanlığın içinde bir ışık.
Işığın içinde bir karanlık görüyorum.
Yüzlerde bir tebessüm.
Tebessümde bir acı görüyorum.
Defterlerde yazı,
Yazılarda hüzün görüyorum.
Aynada kendimi,
Kendimde bir yabancı görüyorum.
Başkalarını tanırken,
Kendimi tanımamış olduğumu görüyorum.
Konuşurken susmayı özlüyor.
Susanlarda zafer görüyorum.
( Şeyma GÜRBÜZ )

KIZIMIN KALEMİNDEN


Hayatın yaşanmaya değer olduğunu düşünen insanlarla birlikte olduğunuzda,küçük başarıların altındaki gizemi bulduğunuzda ve en önemlisi kendinize inanıyor ve güveniyorsanız korkmayın ;çünkü mutluluk yan komşunuz olmuştur.
(Şeyma GÜRBÜZ)

IŞIK TUT


Kalem erbabı isen yüreğini engin tut,
Diyecek sözün varsa kötüsünü geri tut,
Kim hoş seda bırakmış bakıver gökkubbeye,
Geçmişinden ilham al geleceğe ışık tut.

(Rabia BARIŞ)

RİSALE-İ NURDAN (SÖZLER)


HAYATIMIZDAKİ İKİ ŞEY

İki şey seni ‘vasıflı insan’ yapar:
1-İradeye hakim olmak
2-Uyumlu olmak
İki şey seni geri bırakır:
1-Kararsızlık
2-Cesaretsizlik
İki şey seni kaşif yapar:
1-Vasıflı çevre
2-Birazcık delilik
İki şey senin ömür boyu kürek çekmemeni sağlar:
1-Baskın yeteneğini bulmak
2-Cidden sevdiğin işi yapmak
İki şey başarının sırrıdır:
1-Ustalardan ustalığı öğrenmek
2-Kendini güncellemek
İki şey başarıyı mutlulukla yakalamanın sırrıdır:
1-Niyetin saf olması
2-Ruhsal farklılık
İki şey seni milyonlarca insandan ayırır:
1-Problemin değil çözümün parçası olmak
2-Hayata ve her şeye yeni ve özgün bakış açısıyla yaklaşabilmek
İki şey gelişmeyi engeller:
1-Aşırılık
2-Felaket odaklılık
İki şey çözüm getirir:
1-Tebessüm
2-Sükut
İki şey kalitesiz insanın özelliğidir:
1-Şikayetçilik
2-Gıybet,dedikodu
İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:
1-Bakış açısını değiştirmek
2-Empati yapmak
İki şey yanlış yapmanı engeller:
1-Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek
2-Kul hakkından korkmak
İki şey seni gözden düşürür:
1-Laf kalabalığı
2-Kendini ağıra satma
(Hayattan keyif almanın yolları)

5 Nisan 2008 Cumartesi

GÖNÜL PINARINDAN HAKİKATLER

Sıratı geçerken sakın dikilme
İyi amel eyle geri çekilme
Herkesi iyi bil kimseye gülme
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Sıratı geçerken sakın sallanma
Bu dünyanın cilvesine aldanma
Yoldan sapanların sözüne kanma
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Allah o günlerde yardım eylesin
Dillerimiz tutulmasın söylesin
Muhammet Mustafa ümmetim desin
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Ameline göre sırat düzülür
Ne yaparsan defterine yazılır
Bir gün olur mezarımız kazılır
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Allah emrederse sırat geçilir
İyi kullar birer birer seçilir
Cennetin kapısı onlara açılır
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Her yıl kurbanım keseyim dersen
Haramı bırakıp helali yersen
Durmadan sıratı geçeyim dersen
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Geçemen sıratı inkar edersen
Birde Muhammet’e bedevi dersen
Haramı helali durmadan yersen
Allah yardım etmez kula o zaman

Sıratı düz geçer doğru yürürsen
Haramı helali burada bilirsen
Ömer Osman Ali beraber dersen
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Rakıyı şarabı durmaz içersen
Kalkıpta sıratı geçeyim dersen
Ömer'i Osman'ı inkar edersen
Şahı merdan Ali geri çevirir

Ebu Bekir Ömer Osman ve Ali
Bunların hepsi bir büyük veli
Yolundan gidenin cennettir yeri
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz

Ömer Osman Şahı merdan pirimız
Muhiddin söylüyor sizden biriniz
Ölürken tutulmasın dilimiz
Bir Allah'tır Muhammet’tir yolumuz
(Kayınpederim)
Muhiddin GÜRBÜZ

4 Nisan 2008 Cuma

KIZIMIN KALEMİNDEN

İçimden sabaha kadar yazmak geliyor.Bütün dertleri unutup sadece yazmak.Ne yazmak istediğimi bilmediğim halde yazmak geliyor içimden.Mürekkebim ne oluşturmak isterse istediği bir yazı, o tükenene dek sürecek bir yazı yazmak istiyorum.
İçimden dans etmek geliyor.Delice kimsenin karışmadığı boş bir sahada kendi bestemle dans etmek istiyorum.Durduğumda susmak istemiyorum ve piyano çalmak istiyorum,ama bu sefer söyleyen ben değil bir başkası olsun istiyorum.
İçimden kelimelerle konuşmak geliyor.Onlarla dertleşmek onlarla gülmek istiyorum.Bazen onları kimse bulmasın istiyorum,yalnız benim olsunlar istiyorum,ama bencil olduğumu fark edip onları serbest bırakıyorum,yinede bana geri dönüyorlar, bende hep bunu bekliyor ve istiyorum.Onlarla oynarken kitap yazmak istiyorum herkesin beni doğru tanımasını istiyorum,biliyorum çok şey istiyorum ama hiç durmadan yazmak istiyorum içimden geldiği gibi.
Kendimi derinlerde bulmak istiyorum,ince düşünmek zor biri olmak istiyorum.Herkesin çok beğendiği değil yalnız bir kişinin çok beğendiği olmak istiyorum,ancak zor biri olursam kendimle yüzleşmek için çok vaktim olur.Geç unutulmak çabuk hatırlanmak istiyorum,ismim söylendiğinde tebessümle cevap verilsin istiyorum.Her zaman insanları mutlu etmek istiyorum.
(Şeyma GÜRBÜZ)

2 Nisan 2008 Çarşamba

GÜNÜN SÖZÜ

Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar. (Mevlana)

BİLGİYİ İSTEMEK

Bir gün genç bir adam Sokrates e gelerek:”İrfan ve bilgi kazanmak için yüzlerce milyon yürüdüm.Öğrenmek istiyorum,bu yüzden san geldim,bana bilgi verir misin?”diye sorar.
Sokrates;”Gel beni izle “der.Genç takipçisi ile birlikte sahile doğru ilerler.Su bellerine gelinceye kadar suyun içinde yürürler.Sonra Sokrates yoldaşını yakalar ve başını suyun dibine batırır.Genç adamın zorlu çabalarına rağmen hoca onu suyun altında tutar.
Nihayet,adamın direnme gücü tükenince Sokrates genç adamı sudan çıkarır,öğrenci adayını sahile yatırır ve Pazar yerine döner.
Genç adam gücünü toplar toplamaz Sokrates i bulur,ona kızgınlıkla;”Sen bir öğretmen ve alimsin.Bana neden bu kadar kötü davrandın?”der.
Sokrates sorar;”suyun içindeyken her şeyden çok ne istedin “
“hava istedim” der genç adam.Bunun üzerine Sokrates şöyle söyler ;”Bilgi ve anlayışı hava kadar istediğin zaman,kimseden bunu sana vermesini beklemeyeceksin.Buna her yerde ve her zaman sen sahip olacaksın.”

1 Nisan 2008 Salı

HAYATINIZA İYİ BAKIN



Hayatta pek çok insanla karşılaşırsınız.ama sadece gerçek dostlar senin kalbinde bir iz bırakır. İstenmeyen şeyler bir tehlikeyle ilgilidir.eğer birisi seni aldatmışsa bu onun suçudur.eğer o kişi seni pek çok kere aldatmışsa bu senin suçundur.
Akıllı insanlar yeni fikirleri tartışırlar.normal insanlar sonuçları tartışırlar.küçük insanlarsa başka insanları tartışırlar.
Kim para kaybederse çok şey kaybetmiştir. Kim bir dost kaybetmişse daha fazlasını kaybetmiştir ve kim inancını kaybetmişse her şeyini kaybetmiştir.
Başkalarının hatalarından öğren,kendi hatalarından öğrenemeyecek kadar kısa bir ömrün var।hiç bir zaman başlangıç yada son yoktur । dün geçmiştir.yarın bir bilmece. Bugün bir hediye.

(alıntıdır)

BİR SÖZ

BİR SÖZ;
Dünyada öylesine aç insanlar vardır ki;Tanrı kendilerine ekmekten başka bir biçimde gözükmez.