13 Kasım 2008 Perşembe

AN VE ZAMAN



Zaman, ezel ile ebed arasında bizim geçişimiz için kurulmuş kısa bir köprüdür. Ânı yaşamak mühim olabilir, ama geçmiş ve geleceği de yok saymak mümkün değildir.Bir nehir düşünün ki, onun bir doğuş ve başlangıç noktası vardır, bir de denize döküldüğü, dünyaya kavuştuğu nokta. Bu ikisi arasında da, uzun ya da kısa bir yolu takip etmekte olan nehrimiz. Kimi coşkun, kimi durgun akar durur. Bu nehir tümüyle hakikattir.Biz de tüm insanlığı içine alan büyük zaman nehrinden, bize ayrılan küçük bir nehrin içinde, bir yelkenli ile seyahat etmekteyiz. Onun başlangıcını yok saysak, kaynağını kuruturuz. Sonunu yok saysak, deryaya salimen kavuşmasını engelleriz.Eğer ben o nehri tümüyle algılama gücüne sahipsem, o nehri bana ihsan edene terk edip kendimi, yatarım sırt üstü minik yelkenlimin içine, bütün zamanları bir anda yaşayarak, bana ayrılan süre içinde, zamanın getirdiği tüm güzellikleri bir anda özümleyerek, ebede doğru akar giderim.Zaman kanatlarını açmış, bizi ebede uçuruyor. Kanatlarını kesersek, bizi yere düşürür. Bir uçak düşünün ki, siz de içindesiniz. Uçağın baş ve son kısmını kesip atarsanız, sadece kendi oturduğunuz koltukta oturabilir misiniz? An, sizin oturduğunuz koltuksa, zaman da uçmakta olduğunuz uçaktır. Pencerelerden bakın ve her şeyi görün. Hiçbir şeyi kaçırmayın.Her an son menzil gelip inebilirsiniz ama, inene kadar niçin bunca güzellikleri kaçıracaksınız ki? Geniş bakın. Geniş görün. Zira anda değil, ebedde ineceksiniz.Kanatlarım geniştir benim. Yükselirim bütün güzellikleri içime sindirerek. Yükseldikçe zaman genişler, mekân genişler. Bin anda her yeri, her şeyi görürüm. Ne geçmişe, ne geleceğe uzanan kanatlarıma kıyabilirim. İkisini de olabildiğince kullanmaya gayret sarf eder, alabildiğince açar yükselirim… Yükselirim…Yaşanan her an kıymetlidir. Her ânı bir mücevher gibi değerlendirip, hazineler biriktirmeye çalışırım. Ebede salim bir şekilde onları geçirebilmek için özen gösteririm. Kanatlarımı iyice açarım ki, taşımakta olduğum mücevherlerim dökülmesin. Maddî cismim itibariyle küçük, küçücük olsam da, maddeten geçmiş ve geleceğe geçmem mümkün olamasa da, manevî kanatlarım o kadar geniştir ki, geçmiş ve gelecek o kanatlarım altına tümüyle serilmiş vaziyettedir.Evet, kısa bir an içinde kanat çırpsam da, zamandan bana ayrılan süre içinde, o an, en son ânım olsa da kanatlarımı asla kapatmam. Ebede doğru uçmaya devam ederim. Geçmiş de benimle gelir. Zira bir kanadım odur. O geçmiş ki, gelecekte nereye konacağımın pusulasıdır. Ebed denilen gelecekte, cennet ya da cehenneme konacağımı belirleyen geçmişi taşıdığım bu kanadımdır.Maddî cismim de küçük görmem. Zira o, kâinatın çekirdeğidir. Ben onun hakikatini çözüp, sünbüllenmeye geldim. Dünya denilen nazlı misafirhanede, bir aziz misafir olarak, beden çekirdeğimi sünbüllenişlere açtım.Gözlerimi, gönlümü, kalbimi, ruhumu ve bütün hissiyatımı, Kur’ân’ın cisimlenmiş bir tefsiri olan kâinat sayfasına saydım. Hikmet ve sırlarını okuyabilmek için, heyecanla o satırdan o satıra koşturup duruyorum.Topladıklarımı, idrak ve iz’an meclisi kurulmuş, beyin masasına yayarak okumaya çalışıyor; anladıklarımı da, ifade bülbülü dilimin üzerine yükleyip, Rabbimin dergâhına gönderiyorum.İşte benim görevim bu! Yarattıkları vasıtasıyla, Onu okuyup, anlamaya çalışmak. Onu, Ona lâyık en güzel kelimelerle övmeye gayret göstermek. Onunla aramızda kurulmuş olan, köprüyü günden güne kuvvetlendirmek…Köprü sağlamlaştıkça, geçiş kolaylaşır. An durur, zaman durur. Onunla bir an dahi, ebed gibidir. Zaman denilen nehirden hissen bir an dahi olsa, o bir an Onunla geçmişse ve yaradılışın sırrını çözmüşsen ebed senindir. Ve O, her zaman olduğu gibi, yine seninledir. Zira gaye onu bulmaktır. Onu bulmuşsan, geleceği sana getiren her bir anda da, yine bulacağım, bulduğum Odur. Onu bulmuşsan an nedir, zaman nedir ki!Onu bulamamışsan, bin yıl yaşasan, Onu bulanın geçirdiği bir an, o bin yıla müreccahtır. Çünkü o bir an ebedir. Ebedin nurunu ve genişliğini taşır. Bu yüzden, hiçbir anımı boş geçirmeyip, hep Onunla olmaya çalışmak lâzım. Burada ne kadar onunlaysan, orada da o kadar Onunlasın. Burada bu kadar bulmuşsan Onu, orada da o kadar bulursun, o kadar kavuşursun… Onu burada bulamamışsan, talep etmemişsen, O da seni talep etmez.Evet, ebed, inanan inanmayan herkes için var, ama cennet, cemal ve Rabbin razılığına kavuşmak, o yolda çalışanların arzu edenlerin, emek sarf edenlerin!Herkes talep ettiğine kavuşacak, ne yönde emek sarf etti ise bulacak. Rabbim bir an dahi, bizi kendisinden ayırmasın, inşaallah.İşte ezel ve ebed arasında kurulmuş, zaman denilen bu köprüden kimler kimler geçmedi ki!.. Kiminin ömrü uzundu, kimininki kısa. Hattâ bazıları hidayet nimetine kavuştuktan sonra, hemen Onun yoluna koşup, şehit oldu. Bir an bile yaşamadı. Ama o bir an, ebed kadar değerliydi. Bu yüzden, an değil, ânda yaşanan mühim. Allah her bir ânımızı, Onun yolunda değerlendirmeyi nasip etsin.Dualarımla…(Alıntı)

KIYMETİNİ BİL


İnsan sorar: “Benim muhatabım kim?”Bunu bulabilmek için, öncelikle kendini tanıması gerekir. Zira her insanın maddi siması birbirine benzemediği gibi, manevi siması da birbirine benzemez. Tıpatıp aynı iki insan yoktur. İnsan denilen harika kitabı bize hediye eden Cenab-ı Hak, ona isimlerinin tecellileri ile yoğrulmuş nice cevherler, kabiliyet ve donanımlar koymuştur. Bunları keşfetmek, işletmek, hakiki bir insan olmanın güzelliğini yaşama gayretine girmek, insanın en önemli vazifesidir. Vazifesidir zira, insan olarak yaratılmasının şükrünü eda edebilmek için, o kitabı okumak, anlamak, güzelliğini görmek, hissetmek lazımdır. Anlayacak ve bileceksin ki, seni ve senden olan güzellik ve kabiliyetleri yaratan Rabbine muhabbetin ziyadeleşsin. İnsan olarak yaratılmak, öyle şükre değer bir nimet ki, bu nimete mazhar olan daha Rabbinden ne istesin? İnsan kendini imanın nuru ile okudukça, Rabbine giden bir yol açılır kalbinden ve o da o yolun kapısı olur. Kendini çözdükçe, o kapı giderek açılır, yol genişler, hayatının her anında Rabbi ile buluşmanın lezzeti ile dolar, taşar. Evet, muhatabı kim olduğunu bilmek, kendini bilmekle; kendini bilmek de iman ile ve o imanı bir cevher olan insan kitabına bir projektör gibi devamlı takmakla olur. Karanlıkta kalan bir nokta olmasın ki, insan kendine zarar vermesin. Çoğu gençlerden duyardım, “Ben neye yarıyorum ki? Bu dünyaya niçin geldim? Gaye ve umudum yok, dünyada ben olsam ne artar, olmasam ne eksilir?” Olur mu hiç öyle şey? Asla! Sen dünyada isen, bir gayen de vardır. Ah, kendini iman ile tanısaydın, böyle der miydin? Nasıl değer verirdin, Rabbinin üstün bir sanatı olarak kendine? Onu ziyan etmeye kıyabilir miydin? Kendini değersiz, lüzumsuz saymak, o kitabı yazana bir hürmetsizliktir. İman denilen iksiri al, içir bütün varlığına. Gizli, hikmetli, eşsiz satırlar tek tek çıksın açığa. Bak bakalım değersiz misin? Öylesine değerlisin, her bir uzvun, her bir his ve duygun öylesine kıymetli ki, tek bir zerren dahi hiçliğe, boşluğa atılamayacak bir değerde… Geç aynanın karşısına bir bak. Bu bir hayal değil. Bunca donanım boşuna değil. Dur, hemen kaçma! Kaçma kendinden. Biraz daha dur, bak. Düşün. Bilirsin, düşünmek insana mahsustur. Sana, ödüller almış çok kıymetli bir yazardan, imzalı bir kitap hediye edilse, nasıl iftihar edersin. “Bana özel teveccüh etmiş, iltifat etmiş” deyip, okumaya, anlamaya çalışmaz mısın? Her önüne gelene, bu kitabı yazan ve sana hediye edeni anlatır durursun. Nereye saklayacağını şaşırırsın. Hal böyleyken, Alemlerin Yaratıcısının kıymetli bir eseri olan kendi varlığını nasıl değersiz sayar ve hiç bir işe yaramadığını iddia edersin? “Bismillah” de. İlk adımını at Hakka. Sana, O değer vermiş. Değer vermese yaratır mıydı? Böylesine donatır mıydı? Taş, ağaç, toprak, dağ değil insansın. Kıymetini bil. (Alıntı)