7 Aralık 2008 Pazar

TERSTEN YAŞAMAK


Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir. Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel; hatta, mükemmel olurdu. Nasıl mı?Camide uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır. Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev... Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.Sağlığınız gittikçe düzeliyor. Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz Herkes karşınızda el pençe divan... Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz. Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade… Aman ne güzel günler başlıyor...Derken bir gün patron size artık ”Üniversiteye gitsen daha iyi olur” diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, "Fazla çalıştın" diyor "Artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun..." Keyfe bakar mısınız? Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık... Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "Evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar... Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır. Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok; bir kordondan besleniyor; sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırsız bir ortamda yaşıyorsunuz. Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz. Ve günün birinde müthiş bir keyif ile hayatınız bitiyor....Nasıl ama; İŞTE YAŞAMAK. (Degişik bir bakış açısıyla degerlendirilmiş ;ölümden korkanlar için ideal bir bakış )Alıntıdır.

ÇİĞ KÖFTE ZAMANI









Malzemelerimiz :

250 gr. Çiğ köftelik kıyma (yağsız ve sinirsiz oluyor)
½ kg. Çiğköftelik esmer bulgur
2 çorba kaşığı Biber Salçası
1 orta boy Kuru Soğan (ince doğranmış ya da rondodan geçirilmiş)
1 tane Limon ( 4’e bölünmüş çekirdekleri çıkarılmış)
1 demet Taze Soğan
1 baş Sarımsak
1 demet Maydanoz
1 tatlı kaşığı Karabiber (tepeleme)
2 tatlı kaşığı Kırmızı Biber (tepeleme)
1 tatlı kaşığı Nane (silme)
1 çorba kaşığı Çiğköfte Baharatı (tepeleme)
Tuz (Biber salçanız çok tuzlu ise, biber salçasından sonra tuzunu ilave edin)
Biraz su

Şimdi gelelim yapılışına :

Önceden maydanozu, taze soğanı, kuru soğanı, sarımsağı güzelce incecik dogruyoruz.
Kıymayı, kuru soğanı, sarımsağı ve baharatların hepsini bir tepsiye koyarak yoğuruyoruz. Biber salçasını ilave edip, bir fincan kadar suyu ara ara vererek yoğurmaya devam ediyoruz. (Ben buraya kadar olan yoğurma işlemini rondonun kesen bıçağını çıkarmadan yaptım ve bundan sonrasını elle yoğurarak devam ettim)

Sonra yoğurduğumuz bu baharatlı, soğanlı, sarımsaklı, biber salçalı kıymamıza, bulgurumuzu ve 4’e böldüğümüz limonlarımızı ilave ediyoruz. Bir süre hiç su katmadan, kıymanın içindeki suyu bulgurlar çekene kadar yoğurma işlemine devam ediyoruz. Tuzunu ilave etmediyseniz, tadına bakarak koymayı unutmayın. Daha sonra ara ara el ile su serpmek sureti ile yaklaşık olarak 1 saat kadar yoğuruyoruz. Yoğurma işleminde eşinizden yardım alırsanız eğer, bu süre daha da kısalıyor =)

Köftemizin piştiğini anlamak için, arada bir ağzımıza bir parça alıp bakıyoruz. Eğer bulgur ağzımızda dağlıyorsa pişmiş demektir. Bulgur kıtır kıtır ağzımıza geliyor ise olmamıştır.

Pişmiş köftemizin içerisine incecik doğradığımız taze soğanı ve maydanozu ilave ederek biraz su serperek iyice karıştırıyoruz. Taze soğanlar ve maydanozlar köfteden ayrıymış gibi durmasın, heryere eşit karışsınlar, köfte ile bütünleşsinler(5 dakika kadar hafif olarak yoğurarak bütünleştirin)

Artık çiğköftemiz olmuş demektir =)
Servis tabağımızın içerisne bir kaç tane kıvırcık salata yaprağı koyduktan sonra, üzerine köftelerimizi elimiz ile sıkarak diziyoruz... Köfteleri elde sıkarken dikkat etmemiz gereken, normal köfte yapar gibi yuvarlamadan, tek elimiz ile alıp, hemen sıkarak tabağa dizmektir..

Afiyet Olsun...

Sevdikleriniz ile şükürlü ve bereketli sofralar...Ağız tadı ile sıhhatli ve bereketli günler .... Şimdiden bayramınızı kutlar sevdiklerinizle nice bayramlar geçirmenizi dilerim.Malum bayram denilince akla ilk gelen tatlı olur ama ben degişiklik olsun istedim acılı bir tarif koydum .(bu acılar hayatınızda olmasın her daim neşeli ve mutlu olunuz.)

24 Kasım 2008 Pazartesi



ÖGRETMENLER, ALTIN KANATLI KELEBEKLERDIR.ÇICEKLERIN ARASINDAN HIC YORULMADANDEVAMLI UCARLAR. ÇICEKLERINE TOZ KONDURMAMAYA CALISIRLAR.

13 Kasım 2008 Perşembe

AN VE ZAMAN



Zaman, ezel ile ebed arasında bizim geçişimiz için kurulmuş kısa bir köprüdür. Ânı yaşamak mühim olabilir, ama geçmiş ve geleceği de yok saymak mümkün değildir.Bir nehir düşünün ki, onun bir doğuş ve başlangıç noktası vardır, bir de denize döküldüğü, dünyaya kavuştuğu nokta. Bu ikisi arasında da, uzun ya da kısa bir yolu takip etmekte olan nehrimiz. Kimi coşkun, kimi durgun akar durur. Bu nehir tümüyle hakikattir.Biz de tüm insanlığı içine alan büyük zaman nehrinden, bize ayrılan küçük bir nehrin içinde, bir yelkenli ile seyahat etmekteyiz. Onun başlangıcını yok saysak, kaynağını kuruturuz. Sonunu yok saysak, deryaya salimen kavuşmasını engelleriz.Eğer ben o nehri tümüyle algılama gücüne sahipsem, o nehri bana ihsan edene terk edip kendimi, yatarım sırt üstü minik yelkenlimin içine, bütün zamanları bir anda yaşayarak, bana ayrılan süre içinde, zamanın getirdiği tüm güzellikleri bir anda özümleyerek, ebede doğru akar giderim.Zaman kanatlarını açmış, bizi ebede uçuruyor. Kanatlarını kesersek, bizi yere düşürür. Bir uçak düşünün ki, siz de içindesiniz. Uçağın baş ve son kısmını kesip atarsanız, sadece kendi oturduğunuz koltukta oturabilir misiniz? An, sizin oturduğunuz koltuksa, zaman da uçmakta olduğunuz uçaktır. Pencerelerden bakın ve her şeyi görün. Hiçbir şeyi kaçırmayın.Her an son menzil gelip inebilirsiniz ama, inene kadar niçin bunca güzellikleri kaçıracaksınız ki? Geniş bakın. Geniş görün. Zira anda değil, ebedde ineceksiniz.Kanatlarım geniştir benim. Yükselirim bütün güzellikleri içime sindirerek. Yükseldikçe zaman genişler, mekân genişler. Bin anda her yeri, her şeyi görürüm. Ne geçmişe, ne geleceğe uzanan kanatlarıma kıyabilirim. İkisini de olabildiğince kullanmaya gayret sarf eder, alabildiğince açar yükselirim… Yükselirim…Yaşanan her an kıymetlidir. Her ânı bir mücevher gibi değerlendirip, hazineler biriktirmeye çalışırım. Ebede salim bir şekilde onları geçirebilmek için özen gösteririm. Kanatlarımı iyice açarım ki, taşımakta olduğum mücevherlerim dökülmesin. Maddî cismim itibariyle küçük, küçücük olsam da, maddeten geçmiş ve geleceğe geçmem mümkün olamasa da, manevî kanatlarım o kadar geniştir ki, geçmiş ve gelecek o kanatlarım altına tümüyle serilmiş vaziyettedir.Evet, kısa bir an içinde kanat çırpsam da, zamandan bana ayrılan süre içinde, o an, en son ânım olsa da kanatlarımı asla kapatmam. Ebede doğru uçmaya devam ederim. Geçmiş de benimle gelir. Zira bir kanadım odur. O geçmiş ki, gelecekte nereye konacağımın pusulasıdır. Ebed denilen gelecekte, cennet ya da cehenneme konacağımı belirleyen geçmişi taşıdığım bu kanadımdır.Maddî cismim de küçük görmem. Zira o, kâinatın çekirdeğidir. Ben onun hakikatini çözüp, sünbüllenmeye geldim. Dünya denilen nazlı misafirhanede, bir aziz misafir olarak, beden çekirdeğimi sünbüllenişlere açtım.Gözlerimi, gönlümü, kalbimi, ruhumu ve bütün hissiyatımı, Kur’ân’ın cisimlenmiş bir tefsiri olan kâinat sayfasına saydım. Hikmet ve sırlarını okuyabilmek için, heyecanla o satırdan o satıra koşturup duruyorum.Topladıklarımı, idrak ve iz’an meclisi kurulmuş, beyin masasına yayarak okumaya çalışıyor; anladıklarımı da, ifade bülbülü dilimin üzerine yükleyip, Rabbimin dergâhına gönderiyorum.İşte benim görevim bu! Yarattıkları vasıtasıyla, Onu okuyup, anlamaya çalışmak. Onu, Ona lâyık en güzel kelimelerle övmeye gayret göstermek. Onunla aramızda kurulmuş olan, köprüyü günden güne kuvvetlendirmek…Köprü sağlamlaştıkça, geçiş kolaylaşır. An durur, zaman durur. Onunla bir an dahi, ebed gibidir. Zaman denilen nehirden hissen bir an dahi olsa, o bir an Onunla geçmişse ve yaradılışın sırrını çözmüşsen ebed senindir. Ve O, her zaman olduğu gibi, yine seninledir. Zira gaye onu bulmaktır. Onu bulmuşsan, geleceği sana getiren her bir anda da, yine bulacağım, bulduğum Odur. Onu bulmuşsan an nedir, zaman nedir ki!Onu bulamamışsan, bin yıl yaşasan, Onu bulanın geçirdiği bir an, o bin yıla müreccahtır. Çünkü o bir an ebedir. Ebedin nurunu ve genişliğini taşır. Bu yüzden, hiçbir anımı boş geçirmeyip, hep Onunla olmaya çalışmak lâzım. Burada ne kadar onunlaysan, orada da o kadar Onunlasın. Burada bu kadar bulmuşsan Onu, orada da o kadar bulursun, o kadar kavuşursun… Onu burada bulamamışsan, talep etmemişsen, O da seni talep etmez.Evet, ebed, inanan inanmayan herkes için var, ama cennet, cemal ve Rabbin razılığına kavuşmak, o yolda çalışanların arzu edenlerin, emek sarf edenlerin!Herkes talep ettiğine kavuşacak, ne yönde emek sarf etti ise bulacak. Rabbim bir an dahi, bizi kendisinden ayırmasın, inşaallah.İşte ezel ve ebed arasında kurulmuş, zaman denilen bu köprüden kimler kimler geçmedi ki!.. Kiminin ömrü uzundu, kimininki kısa. Hattâ bazıları hidayet nimetine kavuştuktan sonra, hemen Onun yoluna koşup, şehit oldu. Bir an bile yaşamadı. Ama o bir an, ebed kadar değerliydi. Bu yüzden, an değil, ânda yaşanan mühim. Allah her bir ânımızı, Onun yolunda değerlendirmeyi nasip etsin.Dualarımla…(Alıntı)

KIYMETİNİ BİL


İnsan sorar: “Benim muhatabım kim?”Bunu bulabilmek için, öncelikle kendini tanıması gerekir. Zira her insanın maddi siması birbirine benzemediği gibi, manevi siması da birbirine benzemez. Tıpatıp aynı iki insan yoktur. İnsan denilen harika kitabı bize hediye eden Cenab-ı Hak, ona isimlerinin tecellileri ile yoğrulmuş nice cevherler, kabiliyet ve donanımlar koymuştur. Bunları keşfetmek, işletmek, hakiki bir insan olmanın güzelliğini yaşama gayretine girmek, insanın en önemli vazifesidir. Vazifesidir zira, insan olarak yaratılmasının şükrünü eda edebilmek için, o kitabı okumak, anlamak, güzelliğini görmek, hissetmek lazımdır. Anlayacak ve bileceksin ki, seni ve senden olan güzellik ve kabiliyetleri yaratan Rabbine muhabbetin ziyadeleşsin. İnsan olarak yaratılmak, öyle şükre değer bir nimet ki, bu nimete mazhar olan daha Rabbinden ne istesin? İnsan kendini imanın nuru ile okudukça, Rabbine giden bir yol açılır kalbinden ve o da o yolun kapısı olur. Kendini çözdükçe, o kapı giderek açılır, yol genişler, hayatının her anında Rabbi ile buluşmanın lezzeti ile dolar, taşar. Evet, muhatabı kim olduğunu bilmek, kendini bilmekle; kendini bilmek de iman ile ve o imanı bir cevher olan insan kitabına bir projektör gibi devamlı takmakla olur. Karanlıkta kalan bir nokta olmasın ki, insan kendine zarar vermesin. Çoğu gençlerden duyardım, “Ben neye yarıyorum ki? Bu dünyaya niçin geldim? Gaye ve umudum yok, dünyada ben olsam ne artar, olmasam ne eksilir?” Olur mu hiç öyle şey? Asla! Sen dünyada isen, bir gayen de vardır. Ah, kendini iman ile tanısaydın, böyle der miydin? Nasıl değer verirdin, Rabbinin üstün bir sanatı olarak kendine? Onu ziyan etmeye kıyabilir miydin? Kendini değersiz, lüzumsuz saymak, o kitabı yazana bir hürmetsizliktir. İman denilen iksiri al, içir bütün varlığına. Gizli, hikmetli, eşsiz satırlar tek tek çıksın açığa. Bak bakalım değersiz misin? Öylesine değerlisin, her bir uzvun, her bir his ve duygun öylesine kıymetli ki, tek bir zerren dahi hiçliğe, boşluğa atılamayacak bir değerde… Geç aynanın karşısına bir bak. Bu bir hayal değil. Bunca donanım boşuna değil. Dur, hemen kaçma! Kaçma kendinden. Biraz daha dur, bak. Düşün. Bilirsin, düşünmek insana mahsustur. Sana, ödüller almış çok kıymetli bir yazardan, imzalı bir kitap hediye edilse, nasıl iftihar edersin. “Bana özel teveccüh etmiş, iltifat etmiş” deyip, okumaya, anlamaya çalışmaz mısın? Her önüne gelene, bu kitabı yazan ve sana hediye edeni anlatır durursun. Nereye saklayacağını şaşırırsın. Hal böyleyken, Alemlerin Yaratıcısının kıymetli bir eseri olan kendi varlığını nasıl değersiz sayar ve hiç bir işe yaramadığını iddia edersin? “Bismillah” de. İlk adımını at Hakka. Sana, O değer vermiş. Değer vermese yaratır mıydı? Böylesine donatır mıydı? Taş, ağaç, toprak, dağ değil insansın. Kıymetini bil. (Alıntı)

6 Kasım 2008 Perşembe

BEN BİR NİYETMİYİM


Son zamanlarda zihnimde dolanan tek şey bu; biz niyetlerimizle mi varlığımızı inşa ediyoruz? Yüreğimizin içini bilen Zat tarafından da niyetlerimize göre mi muamele görüyoruz? Hani, “Ameller niyetlere göredir” der ya Peygamber de. Niyetlerimiz, varlığımızdaki bütün özelliklerin anlamını açığa çıkaran ve dönüştüren efsunlu bir güç mü? Bediüzzaman’ın, “Kırk senelik ömrümde ve otuz senelik tahsilimde öğrendiğim dört kelimeden biri” dediği niyet, bizi nasıl inşa ediyor?Aslında, eşyayı duygularımızın ve aklımızın bilinciyle değerlendiriyoruz. Bu bilincin temelinde de, niyet var, dersem yanılır mıyım? Bana öyle geliyor ki, insanın aslını da niyeti ele veriyor. Ruhunun, vicdanının, duygularının rengi neyse, niyetinin rengi de o oluyor… Sonuçta niyetlerimizin aks-i sadasıyla karşılaşıyoruz yaşamımız boyunca. Niyet bir anlamda dua hükmüne geçiyor ve bizim yankımız olup yeniden hayatımıza dönüyor. Hiç kimsenin bilmediği bir ben olarak kâinatın kapalı perdeleri altında ruhumu gizlesem de, onun sahibi olan Zat tarafından ne olduğuma göre muamele görüyorum. Karşıma çıkan her şey, her olay, her bilmecenin ipucu da aslında bana niyetimin bir göstergesi oluyor. Risale-i Nur’da da ihlâs bahsinde geçer, “Suizan eden, suizanna maruz kalır” der orada… Suizan ettiğini senden başka kim bilir? Tabii Yaratıcı dışında, işte bu niyetinin aksi tokadı olarak sana dönen şey de senin aynı duruma düşmendir. Bu gün eğer ruhlarımız acı içinde kıvranıyor ve korkunun içimizde kol gezdiğini düşünüyorsak, niyetlerimizin toplamına dönüp bakmak gerekiyor. Toplumsal travma geçirdiğimizden dem vuruyorsak da aynı şekilde niyetlerimizi kontrol etmemiz gerekiyor. Ve asıl önemli olan da, toplumsal bilincimizi nasıl inşa ettiğimizle ilgili. Kişi kendisine verilen şeyleri nasıl değerlendireceğini öğrenemiyorsa, sonuçta gördüğü kadarıyla kullanacaktır. Bizler, her birimiz ayrı bir âlem olarak çok büyük yeteneklerle donanmış bir hâlde kendi ülkemizin kapısında duruyoruz, ama oraya nasıl gireceğimizi bilemiyorsak, karmaşa yaşamamız da çok normal.İşte bu bilinçlilikten alıkonulan bir toplum neye dönüşürse biz oraya doğru gidiyoruz. Dedikodu, küfür, magazinleşmiş bir toplumsal bilinçlilik için niyetlerin ne olacağı ve akıbetlerin de nereye varacağını hep birlikte görmekteyiz.Suizan bile, kişiye başta ettiği suizan olarak, yüreğini acıtırken, bu da yetmiyormuş gibi kendisi hakkında da aynı düşünceler olarak geri dönerken; kaldı ki, dedikoduyu, küfrü, magazinleşen aklın, yüreğin, kalbin, vicdanın neye dönüşeceğini hepimiz yaşıyoruz. Sancılarını da ortaklaşa çekiyoruz. Mutluluk dediğimiz şey, her şeyden önce yüreğimizin içinden geçenlerin toplamı, o da ruhsal dinginlik, huzur ve anlam bütünlüğünden geçiyor. Anlam bütünlüğümüzü de, duygularımızın dimağında, aklımızla, gönlümüze indiriyoruz. Haydi buyurun, kendi gönlümüzün içinde yitip giden anlam kaosundan nasıl kurtuluruz, önce bunu düşünmeye. Sonra da, niyetlerimizin ışığında yeniden kendimizi inşa etmeye… (Alıntı)

1 Kasım 2008 Cumartesi

HAFTA SONU MENÜMÜZ

Selam ün aleyküm Gül bahçesi konuklarım;
Beni de özendirdi yemek bloğu sahibi arkadaşlarım bende bugünkü yemek menümü yayınlayayım dedim. Belki çok özel tarif yok ama yeni denemem bildik tarifler. Tenceresi ayrı olanın tadı ayrı olur demiş atalarımız.Neyse lafı fazla uzatmadan tariflere geçeyim.

İlk yemeğimiz domates çorbası;
Malzemeler:
4 adet olgun domates(domates olmadığı zaman ben salçayla yapıyorum .)
tereyağı yada zeytinyağı
1 yemek kaşığı un
1 kahve kaşığı maydanoz ve nane
kırmızıbiber,karabiber,tuz
Yapılışı:
Yağı tenceremize koyarız ve bir kaşık unu hafif pembeleşinceye kadar kavururuz.İçerisine domates rendesini,baharatlarını ve suyunu ekleyip(et suyu da olabilir isteğe göre )bilendırlarız.Kaynadıktan . sonra 5 dk kaynatıp altını kapatırız.(nane ve maydanozu ister yemek pişerken isterse piştikten sonra servis yaparken üzerine serpe bilirsiniz.AFİYET OLSUN


İkinci yemeğimiz kapuska;
Malzemeler :
Küçük boy lahana
Yumurta büyüklüğünde kıyma
1 adet soğan
3 yemek kaşığı bulgur
5 yemek kaşığı yeşil mercimek
salça ve isteğe bağlı baharatlar
3 yemek kaşığı sıvı yağ
Yapılışı:
Öncelikle lahanalarımızı doğruyoruz.(mercimeği ben bir miktar haşlayıp dolabımda bulundurduğum için hazır siz mercimeği de hafif haşlıyorsunuz.)Yağı tenceremize koyuyoruz,kıymamızı kavurup yemeklik doğradığımız soğanları ilave edip pembeleşene kadar karıştırıyoruz,salça ve baharatları ilave edip lahanayı,bulguru,yeşil mercimeği ve suyunu ilave ediyoruz.NOT:normalde lahana fazla su istemez ama bulgur koyduğumuz için suyu ayarlı koymalıyız.AFİYET OLSUN

Üçüncü yemeğimiz kavrulmuş mercimekli erişte ;
Malzemeler:
3 su bardağı evde kesilmiş erişte
1 su bardağı yeşil mercimek
tereyağı yada margarin
Yapılışı:
Tenceremizin yayvan ve teflon tencere olması daha iyi olur yağı tenceremize koyarız.eriştelerimizi ilave edip karıştırarak kızarmasını sağlarız.kızardıktan sonra mercimeği ilave edip ,sıcak suyunu ekleriz.(pirinç pilavı pişirdiğimiz gibi suyunu çekene kadar kaynatırız ve demlenmeye bırakırız.)AFİYET OLSUN

31 Ekim 2008 Cuma

DEĞERİNİ BİLMELİ


Hamilelikte başlıyor sorumluluğu annenin.
Dikkat etmesi gerekiyor yediğine içtiğine ve en önemlisi;
Ruh haline pozitifliğine.
Ama en büyük sorumluluk,
Dünyaya gözlerini açtığında başlıyor; (şekerpare)
Bilmeli bir anne çocuğunun ne dediğini ne istediğini.
Konuşmalı, paylaşmalı onunla fikirlerini.
Her an ilgilenmeli kızmayı bırakın,
En küçük bir “of” diyip itmemeli bile o meleği.
Sevgisini ona her zaman yansıtıp göstermeli.
Ortam gergin olsa da evladına her zaman gülücükler göndermeli.
Yani kısacası:bir anne evladına her zaman değer verip
O meleği sabır ve ilgi çerçevesinde yetiştirmeli.
BEYZA GüRBÜZ (Küçük kızım)

BEBEKLER BANA GÖRE;
( AÇILMAMIŞ BİR DEFİNE)

24 Ekim 2008 Cuma

19 Ekim 2008 Pazar

BEYNİMİZ İÇİN GEREKLİ BESİN DEPOSU

Sevgili Gül bahçesi konuklarım bugün sizlerle paylaşmak istediğim konu yukarıdaki resimden de anlayacağınız gibi ; Bal,Badem,Ceviz içi,Çörek otu ve Fındık içi karışımından meydana gelen beynimiz için gerekli vitamini, minerali çokça sağlayan besin deposu.
Güne daha sağlıklı başlamak için en önemlisi bir yarış atı misali koşuşturan okula giden çocuklarımız için her gün bir yemek kaşığı alınması gerekiyor.NOT;7 yaşından küçük çocukların kullanımı hakkında bir bilgim yok.

Bütün malzemeleri robot’tan geçirip öğütüyoruz.

Daha sonra çukur bir kase içersinde bal ile karıştırıyoruz.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim bal kendi arılarımızın balı yüzde yüz hakiki bal.

Karışımın son hali tadı gerçekten çok güzel benim çocuklarım çok sevdi sizlerinde denemenizi tavsiye ederim.

17 Ekim 2008 Cuma

MUHAMMED BOZDAĞ'DAN BESLENME ÖNERİLERİ


Özetle beslenme şeklinin, zamanının ve niteliğinin hayatımıza etkisi büyük olacak. Vücut kimyamızın sağlığı psikolojimizi ve psikolojimiz de başarımızı biçimlendirecek.
Öneriler:
1.Her öğünde midenin 1/3'ünü rahat solumak için boş bırakmalı
2.Bol sıvı gıdalar almak veya bol su içmek

3.Uyumadan önce 2.5 saat boyunca hiç bir şey yememek

4.Hacmi az fakat besin değeri yönünden yeterli gıdalar almak

5.Çok yavaş yemek (20-30 dakikaya yaymak)

6.Bol miktarda çiğneyerek yemek

7.Yapısal olarak zıt, çok sayıda farklı türde besinleri bir arada almamak

8.Sık atıştırmalardan kaçınmak
Beslenme Alışkanlıklarına Dikkat:
Zihinsel ve bedensel enerjimizi en fazla etkileyen hususlardan biri yemek yeme biçimimizdir. Sağlıksız bir yemek stratejisi kişinin bedeninin hızlı çökmesine, hafıza, düşünme ve kavrama yeteneğinin bulanıklaşmasına yol açar. Eğer günde 8 saat uyuduğunuz halde kendinizi hala yorgun hissediyorsanız, bedensel ve zihinsel işleriniz sizi çabucak yoruyorsa, çevrenizdeki insanlara göre hafıza ve düşüncenizde bir eksiklik görüyorsanız tanıştığınız bir insanın ismini birkaç dakikada unutuyorsanız mutlaka yemek alışkanlığınızı gözden geçirmelisiniz. Vücudumuzu ve zihnimizi tahrip eden ve stres üreten hatalı beslenme alışkanlıkları şöyle özetlenebilir:
1.Mideyi tıka basa doldurarak yemek

2.Mideyi katı yiyeceklerle doldurmak

3.Uyumaya yakın bir sırada yemek

4.Besin değeri yönünden yetersiz gıdaları almak

5.Çok hızlı yemek

6. Yeterince çiğnemeden yemek

7.Yapısal olarak zıt çok sayıda farklı türde besinleri bir arada almak

8.Çok sık aralıklarla yemek ve su içmek

Midenizi aşırı doldurmayınız:
Her yemek yediğimizde midemizin üçte biri boş kalmalıdır. Tam olarak dolu mide sağlığımızın zaman içinde bozulmasına, can sıkıntısına ve erken yaşlanmaya neden olur.
Midemiz dolduktan sonra dolaşımdaki kanın çok önemli bir kısmı mide içi muhteviyatının parçalanması için görev alır. Bu sırada beyni besleyen kan miktarında azalma olur. Parçalanma işlemi uzadıkça beynin yetersiz oksijenle beslenme süresi uzar. dikkat edelim: Midemiz iyice dolu olduğunda iyi bir konuşma yapamayız, başarılı bir makale yazamayız. Hatta oruçlu bir kimsenin iftar yemeğinden sonra genellikle iç bedeninde üşüme hissetmesi kanın genel dolaşımdan büyük ölçüde çekilmiş olmasından kaynaklanır. Kan mideye hücum etmiş, uzak organlardaki kılcallardan büyük ölçüde çekilmiştir. Bu durumda zihnimiz hem yeterli enerjiden mahrumdur, hem de meşguliyetinin önemli bir kısmını sindirim sistemimizin kontrol ve yönetimine ayırmaktadır.
Midemizi tıka basa doldurduğumuzda midenin peristaltik hareketi çok güç hale gelir. Bu durum karın bölgesinde basınç hissetmemize neden olur. Bu basınç içten gelen bir stres ve gerginlik üretir. Ayrıca dolu mide kalbin yer aldığı üst göğüs bölgesine basınç yaptığından diyafram yönünde nefes alınamayacağı için ciğerler az miktarda oksijenle yetinmek zorunda kalır. Bu da kandaki oksijen oranının azalmasına ve dolaysıyla beynin diğer uzuvlar gibi yeterli besinden mahrum kalmasına neden olur.
Zihinsel ve bedensel olarak genç, dinç, dinamik, sağlıklı ve güzel olmak istiyorsak yemek miktarımızı azaltmalıyız. Dr. Clive McClay bir deneyinde denek farelerinin yiyeceğini yarıya indirdiğinde iki kat daha uzun yaşadıklarını tespit etmiştir. Yine yapılan bir araştırmada har canlının ortalama yemek miktarıyla ömrü arasında oransal bir ilişki olduğu tespit edilmiştir.
Midemizi katı yiyeceklerle doldurmamalıyız:
Aksi taktirde mide içeriğinin gerekli öz suyunu her tarafa nüfuz ettirmesi güçleşir, hazım gecikir. Sindirim sistemi yorulur. Ayrıca mide-bağırsak sisteminde parçalanan gıdaların emilimi de zorlaşır ve aldığımız besinin çok önemli bir kısmı atılmak durumunda kalır.
Uyumaya yakın bir sırada yememeliyiz:
Aksi halde beyin uyku esnasında gerekli çok önemli işleri yapamaz.(Uyku Bölümüne bakınız.) Beyin günlük duygusal ve bedensel bozulmaları tamir işi ile midenin tahliye edilmesi işi arasında büyük çaba sarf eder. Uykuda gerekli fonksiyonlar gerçekleştirilemediğinde dinlenememiş olarak uyanırız ve midemizde yavaş yavaş büyüyecek olan bir rahatsızlık hissederiz. Böyle bir alışkanlığın devamı hem bedenin hücrelerinin düzenli yenilememesine hem de stres ve uzun vadede depresyona yol açar. Bu durum düşünce akışının kilitlenmesinin önemli nedenlerinden biridir.
Besin değeri yetersiz gıdalar almamalıyız:
Aksi taktirde beyin düzenleyici işlerinde ihtiyaç duyduğu yapıtaşlarından mahrum kalır. Mümkün olduğu kadar az gıda ile beslenmeliyiz ama aldığımız besinler mümkün olduğu kadar farklı olmalıdır. Her çeşit sebze, meyve ve et türlerinden az miktarlarda alabilmeliyiz. Ancak farklı türleri aynı öğünde yemekten çekinmeliyiz. örneğin meyve, sebze,et, süt, patates bir arada alınmamalıdır. Alkali ve asit karakterli maddeler bir arada alınmamalıdır. Örneğin et türü ile hamur türü birbiriyle çelişir. Farklı yapıdaki maddeler farklı sindirildiğinden bir arada alındıklarında birbirlerini olumsuz etkilerler ve sağlıklı sindirilemezler. Bu durumda midede mayalanma olur ve biz sonucu gazın artması, ekşime olması şeklinde algılarız. Bu yolla enerjimizin önemli bir kısmını kaybetmiş, gereksiz yere sindirim sistemimizi yormuş, aldığımız enerji kullanamamış oluruz.
Yemekler hızlı yenilmemelidir:
Yavaşça ve ağızda yeterince çiğneyerek yemeliyiz. Bir öğün yemek için kendimize 30 dakika zaman ayırmalıyız. Pirinç, patates, ekmek gibi nişasta içeren yiyecekler tükürükte salgılanan pityalin maddesiyle parçalanırlar. Yeterli tükürük olmadığında bu gıdaların alınması fazla bir işe yaramaz. Ayrıca tükürükteki zararlı mikropları öldürücü özellik alınan gıdanın daha ağızdayken içerisinde yer alan mikropların önemli bir kısmını imha eder. Tükürük salgısı bir yana, dişlerimizle iyice parçalayacağımız gıdalar midede kolaylıkla hazım olur. Zihin ve diğer sistemler çok yorucu işlerle gereksiz yere meşgul olmaktan kurtulmuş olurlar.
Mutlaka belirli zamanlarda yemeliyiz:
Yemek bittikten kısa bir süre sonra beyin aldığımız gıdanın yoğunluğunu hesaplar ve hangi şiddette asitli ortama ihtiyaç olduğunu tespit eder. salgılanacak mide özsuyu ihtiyacın biraz altında olduğunda midemiz asla boşalmaz. Biraz üzerinde olduğunda ise asit mide duvarını yakar, gastrit ve arkasından ülser hastalığı kapımızı çalar. Mide son derece hassas bir dengeye sahiptir. Mide özsuyu çinkoyu eritebilecek keskinliktedir. Ancak midenin etten yaratılmış olan duvarının delinmemesi için mide içi mukozası, salgıladığı sıvılarla bazik ortam oluşturan özel hücrelerle kuşatılmıştır. Asitli ortam mide iç duvarını kuşatan bazik sıvı katmana temas ettiğinde nötrleşir. Ancak her iki ortam aynı güçte ve dengede olmak zorundadır. Yemekten sonra mide içeriği parçalanmadan su içtiğimizde içeriğin asit yoğunluğunu değiştirmiş oluruz. Yeniden özsuyu salgılanmak zorunda kalınır. Bir şeyler atıştırdığımızda durum çok daha kötüleşir. Her defasında mide içeriğinin parçalanması sürekli geciktirilerek sindirim sistemi yorulur. Beyin devamlı mide ile meşgul edildiğinden zihinsel faaliyetler yavaşlar. Ayrıca mide ve buna bağlı diğer hastalıkların tohumu ekilmiş olur. Dolaysıyla suyu yemek önceyi veya yemek sırasında alabiliriz, ama yemek bittikten sonra alamayız. Su veya diğer besinleri tekrar almak istiyorsak yemekten sonra aradan 3 saat geçmelidir. Yemek rejimimizde saatlerimiz kesin hatlarla ayrılmalıdır. Örneğin 8.00-12.00-19.00 saatleri artı eksi bir olmak üzere üç öğün yemek için uygun periyotlar olarak düşünülebilir
Meyveler yalnız alınmamalıdır:
Meyve yemekten 30 dakika önce veya 3 saat sonra alınmalıdır. Zihinsel faaliyetlerimin gerektirdiği enerji kaynaklarının en önemli parçalarından birini meyveler oluşturur. Bildiğiniz gibi beynin oksijen dışındaki tek enerjisi glikozdur. Glikoz ise meyvelerde hazır olarak bulunur. Diğer şeker türleri ancak yakılmak suretiyle glikoza çevrilebilir. Bu durumda meyveleri aç karnına yemeliyiz. Meyve derhal bağırsaklara inecek parçalanması ve besin içeriğinin emilişi 20 dakikada tamamlanacaktır. Besinlerimizin en önemli kısmını meyveler oluşturmalıdır. Ancak bilinmelidir ki mide dolu iken alınan meyve midede kalacak, mayalanacak ve besin değeri kaybolacağı gibi bütün sistemlerimizi yoracaktır.

Hatalı beslenmenin sonuçları:
1. Vücudumuzda dakikada 10 milyon hücre ölür ve bir o kadarı yaratılır. Ortalama olarak kabul edersek 100 günde beyin-sinir hücreleri hariç bütün vücudumuz yenilenir. Kötü yeme alışkanlığı yenileme sistemini aksatır ve cildimiz canlılığını,netlik, tazelik ve temizliğini kaybeder. Ayrıca temizleme sistemi yetersiz kalacağı için vücut kısa sürede çöplüğe dönüşür ve içten içe çürümeğe, hastalıklara hazır olmaya başlar.2. Gün boyu hissedilen yok edilemeyen yorgunluk çabuk yorulma veya baş ağrısı oluşur.3.Vücut rahat yönetilemediğinden kontrolü güçleşir, irade zayıflar, hayat durgun ve bunaltıcı olur.4.Zorlukların üreteceği stres düşünce akışını bloke eder. Düşünce ve hafıza sistemi bulanıklaşır.5.Zihin oksijen ve glikozdan mahrum bırakıldığından veya düşünce ve aktif uyarımdan yoksun kaldığından gittikçe körelir, tembelleşir, zeka kaybı oluşur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz sorunlardan herhangi biriyle tanışıyorsanız yemek rejiminizde derhal değişiklik yapmalısınız. Hayatınızın 10 gün gibi bir sürede değişebildiğini göreceksiniz.

Temel Beslenme Prensipleri:
İşe öncelikle vücudunuzu temizlemekle başlamalısınız. Bunun için bir hafta boyunca yemek miktarınızı hiç değilse 1/3 oranında azaltmalısınız. Bu süre içinde hamur ve et türlerinden kesinlikle uzak durmalısınız. Ayrıca yemekleriniz dayanabileceğiniz kadar az tuzlu ve az yağlı olmalıdır. Çok yemeğe ihtiyaç duyuyorsanız açlığınızı sadece meyve ile gidermeyi tercih etmelisiniz. Bol miktarda haşlanmış sebze türleri ve mümkün olduğu kadar sulu sebze çorbaları içmelisiniz.
Aşırı yemeğe alışkınsanız yemeğinizi azalttığınızda kendinizi yorgun hissedebilirsiniz. Bunun nedeni çok yediğinizde gıdaların önemli bir bölümü atıldığı gibi bir anda az yemeye başladığınızda eski alışkanlığın sindirim sistemince devam ettirilmesidir. Vücudun kendini yeni duruma ayarlayabilmesi zaman alabilir. Bu geçiş döneminde hacmi az fakat enerji içeriği yoğun olan bal ve pekmez gibi tatlıları almanızı tavsiye ediyoruz. Saat 23.00'de uyuyorsanız en geç saat 20.30'da akşam yemeğini yemiş olmalısınız. Bu bir haftalık sadece sebze ve meyveye dayalı rejimle ani bir değişim hissedeceksiniz.
Vücudunuzda oluşturduğunuz tahribat çok aşırı ise değişim bir aya kadar gecikebilir. Bu rahatlama noktasına ulaştıktan sonra aynı sıkı rejimi devam ettirmemiz gerekmez ancak yine de belli prensipler çerçevesinde kendimizi beslemeliyiz:
1. Yemek miktarını azaltalım: Her defasında yemek miktarımızı göz kararı ile ölçmeliyiz. Yiyeceğimiz toplam miktarın önceden bilincinde olmalıyız. Yemeğimizi hacim yönünden azaltmalıyız ama ani açlığı tavsiye etmiyoruz. Çünkü bunu hem iradi olarak başarmak güçtür, orta vadede daha çok yememize neden olur hem de ani değişim vücudun alıştığı israflı işleyen sistemde daha olumsuz etkiler oluşturur. Ancak Peygamberimizin de buyurduğu gibi midemizin 1/3 ü su ile , 1/3'ü yemek ile dolu olmalı 1/3'ü ise ciğerlerin diyaframdan rahat nefes alabilmesi için boş bırakılmalıdır.
Yemeklerimiz en az yarı yarıya su içermeli veya katı yiyecekler alıyorsak aradaki farkı yemek esnasında bol miktarda su içerek telafi etmeliyiz.
3. Uyumaya yakın yemek yemeyelim: Almanya'da yapılmış olan bir araştırma saat 23.00'de uyuyan bir kişinin akşam yemeğini en geç saat 20.30'da yemiş olması gerektiğini ortaya koymuştur.
4. Farklı gıdalar alalım: Gıdalarınız her gün değişebilmelidir. Farklı meyve ve sebze türlerini haftalık yemek sistemimiz içerisinde yaymalıyız.
5. Hızlı yemeyelim: Her yemek öğününe 30 dakikalık zaman ayırabilmeliyiz. Mide doyma hissini 20 dakikadan önce beyne ulaştıramaz. Bu süre içinde çok hızlı ve aşırı yerseniz bu süre dolmadan çok yediğiniz halde doyduğunuzu fark edemezsiniz. Oysa bir kaç lokmayı 20 dakikaya yayarak aldığınızda çok az yemekle doygunluk hissine ulaşabilirsiniz. Bu süreçte lokmalarınızı bıkmadan iyice çiğneyerek yutmalısınız. Çorbaları bile çiğneyerek yemenizi öneriyorum.
6. Türleri aynı öğünde karıştırmayalım: Pirinç, patates, vb. nişasta içeren hamur türlerini et, süt, balık gibi hayvan türleriyle aynı öğünlerde almamalıyız. Meyveleri kesinlikle aç karnına yemeliyiz ve her defasında farklı meyveler almalıyız.
7. Yemek öğün vakitlerini kontrol edelim: Yemek öğünlerimiz arasında midemiz temizlenmeden veya (yemeğin türüne görü süre değişebilir) yaklaşık 3 saat geçmedikçe yemek yememeli, su içmemeli veya atıştırmamalıyız.
Yemek rejimi konusunda hayatımıza uyarlayacağımız yukarıdaki düzenlemeler bütün faaliyetlerimizde heyecanlandırıcı bir etkinliğe doğru süratle ilerlememizi sağlayacaktır. Bedenimiz taşımak zorunda olduğumuz ağır bir yük olmaktan çıkacak; konuşmak, çalışmak, öğrenmek, insanlarla iletişim içerisinde bulunmak zevkli bir uğraşı haline gelecektir.
Muhammed Bozdağ Yetenek.com


14 Eylül 2008 Pazar

KÜÇÜK BİR VECİZE


Bir adam Ramazan sohbetlerinde diliyle hep cömertlikten söz ediyor; ama eliyle hiç de cömertlik yapmıyordu. İşte bu adam bir gün İbrahim Edhem'e rica etti: - Herkese nasihat ediyorsun, bana da nasihat et.. İbrahim tek cümlelik nasihatini şöyle yaptı: - Sen açığı kapa, kapalıyı da aç sana yeter!. Adam bir şey anlamamıştı. Mecburen sordu: - Açık nedir ki onu kapayayım, kapalı nedir ki onu da açayım? İbrahim de kısaca anlattı: - Açık olan hep cömertlikten söz eden ağzındır. Onu kapa. Kapalı olan da yoksula hiç açmadığın kesendir. Onu aç. Bu sana yeter! Düşünmeye başlayan hakperest adam, tebessüm ederek söylendi: -Vallahi bir doğru ancak bu kadar veciz söylenebilir!. Bu söz gerçeğin ta kendisidir! Bu güzel ikazdan sonra ben de ağzımı kapıyor, artık kesemi yoksula açıyorum.. Ne dersiniz, bu sözün bize de şümulü olabilir mi? Biz de Ramazan boyunca hep cömertlikten, yardımdan söz ediyor; ama elimiz cüzdanımıza bir türlü varmıyor, bir yoksulun yüzünü güldüren yardımda bulunamıyor muyuz? Bizim de açığı kapayıp kapalıyı açmaya ihtiyacımız var mı yoksa? Bir düşünsek mi acaba

RAMAZAN;Cennetin Süslendigi Ay


.İbni Abbas Radiyallâhu Anhüma, Hz. Peygamber Sallallâhu Aleyhi Vesellemden şöyle işittiğini rivayet ediyor: "Şüphesiz ki, Cennet, bir sene boyunca Ramazan ayının girmesi için süslenir. Ramazan’ın ilk gecesi olunca “Müsire” denilen bir rüzgar, Arş’ın altından eser. Cennet ağaçlarının yaprağı ve kapılarının halkaları şiddetle sallanır ve bundan dolayı tatlı bir ses işitilir ki, dinleyiciler bundan daha güzelini hiç işitmemişlerdir. Böylece Cennet hurileri meydana çıkıp Cennetin en yüksek yerinde dururlar ve şöyle seslenirler: “Evlenmek isteyen yok mu?” Allah onu evlendirir. Sonra huriler derler ki: “Ey Cennetin bekçisi! Bu gece nedir?” Bekçi saygıyla cevap verir: “Bu gece, Ramazan ayının ilk gecesidir. Muhammed’in Sallallâhu Aleyhi Vesellem ümmetinden oruç tutanlar için Cennetin kapıları açıldı.” Sonra Resulullah Sallallâhu Aleyhi Vesellem buyurdu ki: Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur: “Ey Rıdvan (Cennetin bekçisi)! Cennetlerin kapılarını aç ve ey Malik (Cehennemin bekçisi)! Cehennemin kapılarını Muhammed Sallallâhu Aleyhi Vesellemin ümmetinden oruç tutanlara kapat! “Ey Cebrail! Yeryüzüne in, şeytanların azgınlarına kelepçe vurup zincirlerle bağla, sonra onları denize at ki, Sevgili Habibim Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi Vesellem) ümmetinin oruçlarını ifsat etmesinler.” Resulullah Sallallâhu Aleyhi Vesellem daha sonra şöyle buyurdu: Allah (Azze ve Celle) Ramazan ayının her gecesinde, bir münâdiye (çağrıcıya) üç defa şöyle nidâ etmesini (seslenmesini) söyler: “Bir şey isteyen yok mu, isteğini vereyim. “Hiç tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim. “Mağfiret dileyen yok mu, bağışlayayım. “Kim fakire değil, zengine; zalime değil, vefakâra borç verecek?” Resul-i Ekrem Sallallâhu Aleyhi Vesellem devamla şöyle buyurdu: Ramazan ayının her gününde iftar anında Allah (Azze ve Celle) hepsi de Cehennemi hak etmiş olan bir milyon kişiyi Cehennemden kurtarır. Ramazan ayının son günü olunca Allah Teâlâ ayın başından sonuna kadar Cehennemden kurtardığı kimselerin toplamı kadarını daha kurtarır. Kadir Gecesi olunca Allah (Azze ve Celle) Cebrail’e (Aleyhisselâm) emreder. Cebrail Aleyhisselâm meleklerle beraber yanlarında yeşil bir sancakla yeryüzüne inerler. Sancağı Kâbe’nin üzerine dikerler. Bu sancağın yüz kanadı vardır. Bunlardan ikisi bu gecenin dışında açılmaz. Cebrail Aleyhisselâm o iki kanadı bu gece açar ki, bunlar doğudan batıya ulaşır. Cebrail Aleyhisselâm bu gece melekleri teşvik eder. Onlar da her ayakta durana, oturana, namaz kılana ve zikredene selâm verirler ve onlarla musafaha ederler, tokalaşırlar. Yaptıkları dualara “Âmin” derler. Bu iş, tan yeri ağarıncaya kadar devam eder. Tan yeri ağarınca Cebrail Aleyhissalâm: “Ey melekler topluluğu! Gitmeye hazırlanınız” der. Melekler: “Ya Cebrail, Allah Teâlâ Muhammed’in (Sallallâhu Aleyhi Vesellem) ümmetinden olan mü’minlerin ihtiyaçlarını ne yaptı?” derler. Cebrail Aleyhisselâm şöyle cevap verir: “Allah Teâlâ, bu gece onlara rahmet nazarıyla baktı ve onları affedip bağışladı. Ancak dört grup hariç.” Râvi der ki: “Ya Resulallah! Onlar kim?” dediğimizde, buyurdu ki: “İçki içmeye devam eden, anababasına âsi olan, akrabalık bağlarını gözetmeyen ve müşahin.” “Ya Resulullah! ‘Müşahin’ nedir?” dedik: “İnsanlar arasındaki dostluk bağlarını kesen, fitne ve fesat çıkartan kimsedir” buyurdu. Bayram gecesi olunca, bu geceye mükâfat gecesi ismi verilir. Bayram sabahı olunca Allah (Azze ve Celle) melekleri her memlekete gönderir. Yeryüzüne inerler, sokak başlarını tutup insanların ve cinlerin dışındaki bütün yaratıklara işittirecek bir sesle bağırıp: “Ey Muhammed ümmeti! Çok ihsan eden ve büyük günahlarınızı bağışlayan Rabbinizin huzuruna çıkınız” derler. Onlar namazgâhlarına çıkınca Allah (Azze ve Celle) meleklere: “İşini yapan işçinin mükâfatı nedir?” diye sorar. Melekler: “Ey yüce Allah’ımız ve Mevlâmız! Onun mükâfatı ve ücretini tam olarak vermendir” derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Ey meleklerim! Sizi şahit tutuyorum ki, Ben onlara Ramazan ayındaki oruçlarının ve namazlarının sevabı olarak rızamı ve mağfiretimi verdim” dedi ve sonra şöyle buyurdu: “Ey kullarım! Benden isteyiniz. İzzetim ve Celalim hakkı için bugün Benden âhiretiniz için biriktirmek üzere ne isterseniz mutlaka veririm. Dünyanız için istediğiniz şeyde de size bakarım. “İzzetim hakkı için siz Benim rızamı gözettiğiniz müddetçe, Ben de sizin hatalarınızı örterim. “İzzetim ve Celalim hakkı için hak sahipleri ve idareciler önünde sizi rezil ve rüsvay etmem. “Siz Beni razı ettiniz, Ben de sizden razı olduğum halde bağışlanmış olarak dönünüz.” Bu sebeple melekler sevinir ve Ramazan sonunda iftar ettiklerinde Allah’ın (Azze ve Celle) bu ümmete vereceği mükâfatı müjdelerler.

RAMAZANDA ÇOCUK OLMAK


Çocuk dünyanın her yerinde saflığın, masumiyetin ve şirinliğin sembolüdür. İster siyah olsun ister beyaz, ister Kızılderili olsun ister sarı benizli, çocuk hep sevimli ve sempatiktir. “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine” doğduğundan, çocuklar Müslüman olarak dünyaya gelirler. Daha sonra anne ve babası tarafından inancı şekillendirilir.Rabbimize sonsuz şükürler olun ki bizler Müslüman bir anne ve babadan ve bir İslâm ülkesinden dünyaya gelmişiz. Doğduğumuz zaman bir kulağımıza ezan, bir kulağımıza kamet okunmuş.Yani Ezan-ı Muhammedî’ye doğuştan âşinayız. Annelerimizin söylediği ninniler, ilâhilerden ve dinî ezgilerden motifler taşıyordu. Gözümüzü açıp çevremize baktığımız zaman, sakalı nurlanmış dedelerimizi namaz kılarken, nur yüzlü ninelerimizi tesbih çekerken gördük.Çok küçük yaşlarda, Allah adı hafızalarımıza kazındı. Belki birçoğumuz konuşmaya başlarken ilk telâffuz ettiğimiz kelime, “Allah” olmuştur. Zamanla ailelerdeki dinî duyarlılık bir miktar azalmış ve İslâmî yaşantı eskisi kadar göze çarpmaz olmuş olsa da, yine de Müslüman anne babaya ve İslâm ülkesine sahip olmanın avantajları devam etmektedir.Cuma günlerinde, kandil gecelerinde, Ramazan aylarında ve dinî bayramlarda bunu daha iyi anlıyoruz. Bu mübarek gün ve gecelerde yapılan ibadetlere çocukların da iştirak etmesi, onları daha bir sevimli kılmaktadır.Biz de bu yazı dizisinde, içinde bulunduğumuz Ramazan ayının mânâ ve mahiyetine münasip olarak, çocukların bu aydaki sevimli hallerinden, sevinçlerinden, ibadetlerinden bahsedeceğiz.Masum yüzlerindeki ibadet sevinçlerini, temiz kalplerindeki iman pırıltılarını, küçük ruhlarındaki büyük asaletlerini görmeye ve anlamaya çalışacağız.Kimi gün kendi çocukluğumuza dönecek, tatlı hatıralarımızı yâd edecek, kimi gün bugünkü çocukların arasına katılıp onların Ramazan ve bayram sevinçlerini paylaşmaya çalışacağız.Bütün çocukların ve çocuk ruhlu büyüklerin Ramazanını tebrik ediyorum.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

ZAMANIMIZDAKİ ERGENLİK



EN SAMİMİ ARKADAŞLARIMA bakıyorum, çok tuhaf davranışlar sergiliyorlar. Sevgim sebebiyle kızamıyorum. Kızsam da bunu devam ettiremiyorum. Onları anlamak istedim. Bu arada kendime de baktım, aynı tuhaflıkların kendimde de olduğunu hissettim.
Aklıma, Bediüzzaman’ın: “Şeytanın en büyük desisesi, insana kusurunu kabul ettirmemektir” fikri geldi. “Zaten kalbimin hatıratını bilen Biri var; tevil etmenin bir anlamı yok.” deyip, “Kusurunu kabul etmek bir tevbe başlangıcıdır.” diye düşünerek kendimle cedelleşmeye başladım. Eski kitaplarımı karıştırdım. Eğitim Psikolojisi gibi eserlerde Ergenlik Çağı davranışlarıyla, bu devrin insanlarının davranışlarında, bir benzeşme, bir örtüşmeyi görünce çok şaşırdım.
Bediüzzaman’ın, bu devirdeki ilişkilerde ölçü; “şeyh ile mürid, peder ile evlat mabeynindeki ölçü değildir” deyişi, şimdi zihnimde daha da anlam kazandı.
Artık insanların çoğunun, belki enaniyetten - tabi ki buna ben de dahilim - ergenlik çağında gençlerde görülen davranışları sergilediğini söyleyebilirim. Bu kabul edilince, iyi ilişkiler kurmak biraz daha kolaylaşıyor. Bizler de davranışlarımızı bu yeni tespite göre ayarlamalıyız. Ben gençlerin ergenlik çağıyla ilgili durumlarını, kendimize de tatbik ettim bakın neler çıktı. Siz isterseniz bunları evlatlarınıza, isterseniz arkadaşlarınıza uygulayabilirsiniz.
İnsanlar artık :
Durağan değil, değişkendirler. Değişkenlik onların duygularında, düşüncelerinde, davranışlarında ve ilişkilerinde. Onları sabit bir kalıba koyup değerlendirmemeliyiz. Anlamaya, oldukları gibi kabul etmeye çalışmalıyız.
Otoriteye karşıdırlar. Onlara çok otoriter davranmamalıyız. Amirane davranışlar çok tehlikeli olur. Eşit şartlarda olan arkadaşlar olduğumuzu hiç unutmamalıyız
Otoriteye karşı gelmeleri, itiraz etmeleri, saygısız olmak için değil, var olduklarını göstermek için yapılan davranışlardır. Telaş etmemeliyiz. Bırakın hislerini ifade etsinler. Eğer sevginizde samimiyseniz, onları siz rahatlatın.
Arkadaşları, onlar için çok önemlidir. Onları fazla tenkit etmeyip, aksine biz de değer vermeliyiz. Yanlışları varsa, kesinlikle dolaylı yollardan ifade etmeliyiz.
Dağınık, unutkan, aldırmazdırlar. Hodgâmlık sınırını geçmedikçe anlayışla karşılamalıyız. Adeta hata yapmak mecburiyetleri vardır. Hata yapmadan öğrenmeleri neredeyse imkânsızdır. Bırakın hata yapsınlar; zamanla muhakkak düzeleceklerdir. Siz söyleyerek düzeltemezsiniz. Belki örnek bir yaşayışla ve müsamaha ile tesir etme imkanınız olabilir. Başka bir tarzın faydalı olmayacağını iyice bilmelisiniz.
Beklenenden fazla tepki verebiliyorlar. Biraz sabırlı olmalı. Onlar hakkında hemen karar vermemeliyiz. Zihninizin cerbeze yapmasına, mübalağalı değerlendirmesine mani olun. Bir göz hatırı için, neler yapılmaz; bir kahvenin bile kırk yıl hatırı olursa, gerisini siz düşünün. Hem zaten “İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik er kişinin” kârı değil midir”
Beklenenden daha fazla hassas ve kırılgandırlar. Onlara karşı nazik olmaya çalışmalıyız. Artık yapılar böyle hale gelmiş, diye düşünmeliyiz. Onları kendinizden daha değerli olarak kabul etmeye çalışın; ona göre davranın.
Kendilerine ve düşüncelerine saygı duyulmasını beklerler. Beklentilerine cevap vermeliyiz. Herkese saygılı olmak mecburiyetimiz var. Empati ve pozitif düşünce yönünden başarılıysanız, hem mesut edecek hem de mesut olacaksınız demektir.
Sıradan biri gibi değil de saygı değer bir yetişkin gibi davranılmasını beklerler. Esasen buna hakları vardır. Bize de öyle davranmak yakışır. Zaten intisap sırrını gerçekleştirmişlerse, Halık-ı Zülcelâli tanımış ve O’na tâbi olmuşlarsa, onların kıymetine paha biçilmez; ona göre hareket etmek mecburiyetimiz vardır.
Açıklama isterler, emir değil. Lütfen dikkatli olalım. Bu aynı zamanda iletişimin de kanunudur. Bu asırda, peder evlât veya şeyh mürit ilişkisi kesinlikle yanlıştır.
Özgürlük isterler, kısıtlamaya gelemezler. Ama özgürlüğün sınırlarını bilmeleri gerekir. Biz doğru olanı yapmalıyız. Sınırlar içinde onların özgürlüklerini tanımalıyız. Onların sınırlarını da zorlamamalıyız.
Dinlenilmek ve duyulmak, tartışma içinde yer almak isterler. Onları dinleyelim, duyalım. Tartışmalarımız içinde yer almalarını, sisteme dahil olmalarını temin edelim. Onlar da biz de ancak böyle rahat edebiliriz. İyi bir iletişimde, iyi bir dinleyici olabilmek önemlidir. Ayrıca asrımız Ekip Zamanıdır. Ekip ruhuyla hareket mecburiyetimiz vardır
Yanlışlarının yüzlerine vurulmasını istemezler. Haksız da değiller. Böyle yapmak her halde sünnete ve insan fıtratına daha uygun değil mi? Hatta kusurlarına gözümüzü kapatsak çok daha iyi neticeler alabiliriz.
Kimse ile kıyaslanmak istemezler. Elbette böyle olması daha doğru bir davranış. Kimsenin, bu haklı isteğe itirazı olamaz.
Şefkat, sevgi, anlayış ve takdir beklerler. En civanmert kardeş, takdir edici yoldaş olmak da bize düşen bir davranış olmalıdır.
Bu dönemde herkesin yakınları ve arkadaşları için yapabilecekleri en iyi şeyin “onlara güvendiğini, saygı duyduğunu ve sevdiğini kavlen ve fiilen göstermek” olduğu unutulmamalıdır.
Halil Köprücüoğlu

12 Ağustos 2008 Salı

MUTLULUK NEDİR SİZCE?


Sevgidir mutluluk , karşılıksız ve çıkarsız sevgi...Aşktır bazende...birine yürekten bağlanmaktır...Değer vermesini bilmektir mutluluk...sevilmeden de sevebilmektir mutluluk...sevdiklerin bir gün hayatından gitmeden kıymetini bilmektir...Seni seviyorum diyebilmektir...Annenin yavrusuna duasıdır kimi zaman...sevgiliye duyulan özlemdir bazende , en karşılıksız ve en çıkarsız...Dua etmektir mutluluk...duada ölçülemeyecek güç saklı olduğunu bilmek ve sığınmaktır Allah'a...hayatı bütün olumsuzluklarına rağmen sevebilmektir arsızca...sorgulamadan yaşamaktır kaderini...olacağı varmış deyip gülümsemektir geleceğe mutluluk...Paylaşmaktır mutluluk...hayatı , sevgiyi ve bazende küçük bir çikolatayı paylaşmak... kurumuş sonbahar yapraklarına basarken çıkan hışırtıyı duyabilmektir mutluluk...ayrıntıların farkına varabilmektir...yağmurun yağ
ışını izlemektir pencerende , elinde kahven...en sevdiğin şarkıya eşlik etmektir mutluluk...bazende bağıra çağıra şarkı söylemektir , sesinin ne kadar kötü olduğunu söyleyenlere inat...kimsenin elini daldırmadığı kocaman bir paket cipsi tek başına yiyebilmektir mutluluk..kalori hesabı yapmadan dilediğini mideye indirmektir... Yeni yıkanmış mis gibi çarşafların içinde gerile gerile uyumaktır mutluluk...sarılmaktır sevdiğine sımsıkı...oda yoksa yastığa sarılmaktır...Damadın gelini öpmesidir alnından mutluluk...ve bir ömür boyu ondan vazgeçmeyeceğine and içmektir...
Hayatımızdaki o önemsiz sandığımız küçücük ayrıntıların farkına varmaktır mutluluk...mutluluk ayrıntılarda gizlidir...Ayrıntılarda hayatın içindedir...
Bunlar beni mutlu eden ayrıntılardı..Ben onlara ne kadar çok önem verirsem onlar da beni o kadar çok mutlu ediyorlar.. Siz mutlu olmak için neyi bekliyorsunuz ?
alıntı

1 Temmuz 2008 Salı

ZORLA LAİK OLDUĞUMU SANMANIZ ZORUMA GİDİYOR


Yıllar önceydi. Henüz iki-üç yaşlarında olan oğlum Furkan'a yeni açmış hercaileri yakından göstermek için eğilmek üzereydim ki, parkın bekçisi bir hamlede yanımızda bitti: "Çiçekleri koparmak yasak!" İrkildim.. Eğilemedim. Dokunamadım çiçeğe. Koparmadım. Zaten koparmayacaktım ki. Dahası, "Koparmazsan daha iyi olur!" demek üzereydim oğluma. "Yasssakkk!" korkusuyla değil; "Yerinde kalsın da, zikrine devam etsin.." ümidiyle koparamazdım. "Başkalarının da hakkı var o güzelliği görmeye..." hakkaniyeti bekçinin hoyrat uyarısından çok daha önce elimi çektirirdi çiçekten. O an, kelimenin argo anlamıyla da gerçek anlamıyla da "kopmuş" oldum. Çiçeği zaten koparmayacak olan ben, çiçek kopartmaktan zorla alıkonan biriyle aynı görüntüyü verdiğim için alındım. Çiçek koparabilir adamlardan biri sanılmak ağırıma gitti. Çiçeği koparabilecek kadar eğildiğim halde bile çiçeği kopartmadığımı görebilecek kadar bekleseydi bekçi, kendimi gösterebilirdim. Sabretseydi, çiçekleri kopartabileceği halde koparmayan, bekçi görmediğinde bile çiçeklere dokunmayan bir adam da görebilecekti. Göremedi. Kaybetti. Beni de koparttı dalımdan. İrademi budadı. Tercihimi ezdi geçti.* Adem (as) ve biz oğulları/ kızları hep cennette kalsaydık, hata etmeye fırsat bulamayacaktık. Melekler gibi. İndirilmeseydik dünyaya, günah işlemeyecektik. Şeytanın ayağımıza dolanmasına izin verilmeseydi, ayağımız hiç kaymayacaktı. Hepten "masum" kalacaktık. Öyle mi? Çiçekleri koparmak elindeyken de koparmadığını gösterme fırsatı verilmeyen benim kadar alınırdık baştan alınmış bu karara. Şike utancıyla yaşardık belki de cennette. Eli kolu bağlanmış bir adam olarak bir hazinenin başına konulduğumu düşünüyorum arada bir. Hemen yanıbaşımda elleri serbest kalır kalmaz çalmaya hevesli biri daha var. Oysa benim ellerim çözülse de çalmayacağım. Sonuçta, fiilen ikimiz de çalmıyoruz. İkimiz de "çal-a-mı-yor-uz" çünkü. Çalmıyor iken çal-a-mıyor görünmek ne kadar da ağırıma giderdi! Çalmadığımı gösterebilmem için çal-abil-iyor da olduğum bir özgürlük alanı tanınmalıydı bana. Çalabileceğimiz yerdir dünya. Çiçekleri koparabilecek kadar eğilebildiğimiz yerdir. Sınanırız burada. Deneniriz. Elimize vurulmaz çiçekleri koparttığımızda bile. Hatta birkaç çiçeğin koparılmasını da göze alır Bahçe Sahibi. Dilerse hiç koparmamamızı garanti edebilir ama serbest bırakır bizi. Ara sıra koparsak da kopardığımız için pişman da olabileceğimiz fırsatlar tanır bize. "Hiç çiçek koparmıyor olsaydınız, çiçek koparıp da pişman olan ve bir daha çiçek koparmayacağına bile-isteye söz veren birileri olmanızı daha çok isterdim" bile diyor. İyi ki hata yapabiliyoruz dünyada. Hata yapabilir olduğumuz yerde tanışırız kendimizle. Hata yapabilir olduğumuz halde, yapmamayı tercih ettiğimiz anda irademizle buluşuruz. Tercihimizle sıcak temasa geçeriz. Vicdanımızın titreyişini fark ederiz. İnsan yanımızla yüzleşiriz. Tercihe izin verilmeyen yerde, baskının hükmettiği alanda "insan" yoktur. Zorlamanın ezdiği "kamusal alan"larda "insan"ın var olabilirliği de iptal edilir. Zorlayan da zorlanan da "insan" olma fırsatını ilga eder. Mecbur tutulduğumuz demde "kendi kendinelik"imizi ortaya koyamayız ki. Zorbalığın olduğu yerde, "değer" üretemeyiz ki. Zorbalık "hatadan dönmeye" fırsat tanınmaz. Hata etmeni baştan engeller. "İyi"yi "kötü"ye tercih edecek özgürlük yoksa, "iyilik" üretilemez. "Zorla güzellik olmaz." Zorla din de olmaz. "Borç"tur "din". Minnet borcu. Hiç zorunlu olmadığı halde seni yoktan var edene, hiç zorlanmadan, iç'inden gelerek, iç'ten isteyerek teşekkür edebilmen içindir bu ömür. Teşekkür de edebilsin diyedir teşekkür etmeyenlere de, teşekkür etmeyişlerine de izin verilmesi. Rabb-i Rahîmimiz, ister istemez kulluk etmemizi istiyor değil; isteyerek ve güzellikle huzuruna gelmemizi istiyor. Baskılanmış bir "insan"ı geçerli saymıyor. İradesiyle var olmasını istiyor insanın. Baskı, başını örtmeye doğru da olsa, başını kapatmaya doğru da olsa, başını örtmek de isteyenlerin örtmek isteyemeyenlere baskı yapabileceği ihtimaliyle başını örtmek de isteyenlere doğru da olsa, güzel değildir, insanî değildir. Dolayısıyla, ve dobrasıyla "İslamî" değildir. Diyeceğim şu ki: Kanun zoruyla laik olduğumun sanılması, "Çiçekleri kopartma!" uyarısıyla çiçeklere dokunmadığımın sanılması kadar ağırıma gidiyor. Müslüman’ım ben! Herkese ve her şeye "selâm" yakınlığı kazandıran İslam'ı bir tür taraftarlığa indirgemeye hevesli oryantalist icadı "İslamcı" etiketini üzerime yapıştırmıyorum, yakıştırmıyorum. "Müslüman" laiklik taraftarı ya da karşıtı olmayacak kadar ilgisizdir laiklikle. Laikliğe müstağnidir o kadar. Başkalarına baskı yapmayacak kadar merhametlidir o zaten. Farklı yaşayış biçimlerine müdahale etmeyecek kadar nezaketlidir o zaten. Bana merhameti ve nezaketi kazandıran İslam'ın, İslam'dan uzakta yaşanan kabalığın ve zorbalığın önüne geçmek için konulmuş laiklikle çerçevelenmesi ağırıma gidiyor. Başkalarının hayatına laiklik zoruyla karışmadığımın sanılmasını mümin olma izzetime yakıştıramıyorum. "Yassakkk!" sesini bir daha duymak istemiyorum Sayın Rektörüm. s.demirci@zaman.com.tr * 90'lı yılların başından beri severek oturduğum Üsküdar'ın, o zamanlar, "bir Aziz Mahmud Hüdayî şehri" olduğunun da farkında değildim. O Hüdayi ki, coşkuyla zikirlerini işittiği çiçekleri koparmaya kıyamayıp ‘bir bunu suskun buldum' dediği boynu bükük kuru bir çiçeği hocasına hediye ediyordu. Keşke Üsküdar'da her çiçeğin başına "Burası Aziz Mahmud Hüdayî şehridir; çiçekler dalından koparılmaz" diye yazabilseydim.

Senai Demirci
__________________

ARKADAŞLA DOST ARASINDAKİ FARK


Arkadaş evinize geldiğinde misafir gibi davranır…
Dost geldiğinde buzdolabını açıp istediğini alır…
.Arkadaş senin ağladığını görmez
Dostunun omuzu ise senin gözyaşlarınla ıslanır
Arkadaş davetine katılınca bir paket hediye ile gelir.
.Dost sana yardım etmek için erken gelir; toparlanman için geç gider
Arkadaş, onu o yattıktan sonra ararsan rahatsız olur
Dost neden bu kadar geciktiğini sorar, derdini anlatmak için.
Arkadaş bir kavgadan sonra her şeyin bittiğini düşünür
Dost ise tekrar arar
Arkadaş senin daima onun arkanda olmanı ister
Dost ise her zaman senin arkandadır.
Arkadaş zaaflarınızı öğrenir ve onları kullanabilir
.Dost zevklerinizi öğrenir ve onlara hitap eder.
Arkadaş zayıflıklarınızı bilirse başınıza kakar
Dost zayıflıklarınızı bilirse örtmeye çalışır
Arkadaş sizi ikinci görmek ister
Dost ikinciniz olmaktan şeref duyar
Arkadaş sıkıntınız olmadığında yanınızdadır.
Dost sıkıntınız olduğunda size koşar
.Arkadaşlarınıza siz huzur vermeye çalışırsınız
Dostlarınız size huzur vermeye çalışır

3 DAKİKA DÜŞÜNMEYE VARMISINIZ?


>>>>>""Pek tatlı bir nezaket cümlemiz vardır. Birisinin yanında bir başkasını övüyorsanız, “Senden iyi olmasın!” dersiniz! Sadık Şanlı kardeşimin o incelik dolu anlatısını okuduğumdan beri bu iltifata itiraz ediyorum: “...kapının zili çaldı. Karşımda uzun zamandır görmediğim bir dostum. Selamlaşıp, kucaklaştık. Çay eşliğinde uzun bir sohbet için salona geçtik. Nasıl geçtiğini anlayamadığımız üç koca saatin ardından misafirim ‘Geç oldu, bana müsaade’ diyerek noktayı koydu ve kalktı. Ona eşlik ettim. Sokağın başına vardığımızda ‘Şimdi ayrılık vakti. Ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah’ diyerek elini uzattı. Kucaklaşırken, dostumun ettiği duaya alışkanlıkla ‘amin’ dedim. Eve dönerken, arkadaşımın veda sözleri takıldı aklıma. Düşündüm, düşündükçe ürperdim. Bu bir dua idi. İlk kez duyduğum yaman bir dua. Gayri ihtiyari birkaç kez tekrarladım. Sıcacık duygularla doldum. Bir şey tarafından kuşatılmıştım. Bütün benliğimi dolduran güzel bir şey.Ertesi gün ilk işim arkadaşımı telefonla aramak oldu. Nedir, nereden duydun diye sordum. Bu özlü duadan çok etkilendiğimi anlayan dostum, ‘Hz. İsa Aleyhisselam’ın, Peygamber Efendimizin (asm) geleceğini müjdelediği sözmüş bu’ dedi. Ne güzel dua imiş! ‘Tuttum bu duayı’ dedim. Güldü ve ‘o halde hiç bırakma.’ Ben gidiyorum, ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah.”İsâ’ya (as) ve O’nun müjdelediği En İyi’ye (asm) hürmeten: Kalktığım koltuğa benden iyisi otursun. Sustuğum anda benden iyisi konuşmaya başlasın. Olmadığım odaları benden iyiler doldursn. Yetişemediğim yerlere benden iyiler yetişsin.... “Senden iyi olmasın!” diyen dostlarımın bu duasına, İsa Aleyhisselâmın duasına “amin” deme hatırına “amin” diyemeyeceğimi söylüyorum. Şaka yollu, “Bana beddua ediyorsun galiba!” diyorum. “Ya benden iyiler olmasa, ne ederim ben bu dünyada? Kim beni şaştığında uyaracak? Kim beni hüzne düştüğümde teselli edecek ki... Sonra peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları imtihanları hatırlıyorum. O toplulukta o peygamberden iyisi yoktu! Ama nasıl acılar çekti? Ne dayanılmaz sıkıntılara göğüs gerdi? “Benden iyi(ler) olsun elbette.. Bende peygamber yalnızlığına sabredecek iyilik yok ki!”"""">>>>>ÇOK GÜZEL Bİ DUAYMIŞ GERÇEKTEN RABBİM HEP HAYIRLILARLA KARŞILAŞTIRSIN BİZİ DE HAYIRLILARDAN EYLESİN İNŞALLAH


SENAİ DEMİRCİNİN YAZISINDAN ALINTIDIR

GENCİN 3 SORUSU


Genç bir delikanlı senelerce yurt dışında okuduktan sonra vatanına ateist olarak geri döner. Üç sorusuna hiç kimse cevap veremediğinden dolayı canı gayet sıkıntılıdır. Ebeveyni oğullarına yardım etmek niyetiyle büyük ilim sahibi olan köyün hocasına götürürler. Hoca ve delikanlının arasında geçen diyalog şöyle devam eder.
Delikanlı: Kimsin sen? Sorularıma cevap verebilecek misin?
Hoca: Allah'ın bir kuluyum ve Onun izniyle sorularına cevap verebileceğim
Delikanlı: Emin misin? Profösörler bile cevap veremedi bana.
Hoca: Allah'ın izniyle cevap vermeye çalışırım.
Delikanlı: 3 sorum var
1. Allah yaşıyor mu? öyle ise, şeklini bana göster.
2. Takdir (kader) nedir?
3. Eğer şeytan ateşten yaratıldıysa neden cehenneme yollanıyor, cehennemde ateş dolu değil mi? Ateş ateşi nasıl yaksın. Tanrı bunu düşünemedi mi?
Bu arada, aniden bizim hocamız delikanlının başı üzerinde bir saksı kırar.
Delikanlı canı yana yana sorar; Neden sinirlendin ki?
Hoca: Sinirlenmedim. Bu benim üç soruna bir cevabım der.
Delikanlı: Hiç birşey anlamadım.
Hoca: Nasıl hissetin kendini saksıyı başında kırınca?
Delikanlı: Tabii ki, fena bir acı hissettim.
Hoca: Yani, acının varlığına inanıyor musun?
Delikanlı:Evet.
Hoca: Bana bu acının şeklini göster o zaman!
Delikanlı: Gösteremem.
Hoca: Bu benim ilk cevabım. Herkes Allah'ın varlığını hisseder ama Allah'ı göremez.
Hoca: Dün gece rüyanda benim başında saksı kırdığımı gördün mü?
Delikanlı: Hayır
Hoca: Bugün böyle birşey ile karşılaşacağını hiç düşündün mü? Aklından geçti mi?
Delikanlı: Hayır.
Hoca: Bu işte takdirdir.(kader)
Hoca: Biz neyden yaratıldık? Topraktan yaratılmış değil miyiz?
Delikanlı: Evet böyle denir.
Hoca: E o zaman ? Saksıda topraktan yapılmadı mı? Allah isterse ateşten yaratılan şeytanı ateşin içinde cezalandıramaz mı?

KAHVE


Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski universitelerindeki profesorlerini ziyaret icin biraraya gelirler.Sohbet, sonunda isin ve hayatin stresinden şikayetlenmeye doner.Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesor mutfaga gider ve yaninda buyuk bir termos icinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak uzere degişik tarzda ve ucuz gorunenden, pahali ve hatta cok ozel olanlarina kadar degişik kahve bardaklari ile gelir.Herkes bir bardak secince, profesor soyle soyler:'Farkettiyseniz, tum pahali gorunen bardaklar alindi ve geriye ucuz gorunumlu, sade bardaklar kaldi.Kendiniz icin en iyi olani istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynagi aslinda.Emin olun ki, bardagin kendisi kahvenin kalitesine hic bir sey katmaz.Cogu zaman, sadece daha pahalidir ve hatta bazi durumlarda da ictigimizi saklar.Hepinizin aslinda istedigi kahveydi, bardak degil, ama bilincli olarak en iyi bardaklara yoneldiniz ve sonra birbirinizinbardagina bakmaya basladiniz.Sunu bir dusunun:Hayat kahvedir. Is, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar.Onlar hayati tutmak icin sadece araclardir ve sectigimiz bardak yasadigimiz hayatin kalitesini belirlemedigi gibi degistirmez de.Bazen sadece bardaga odaklanarak Allah' ın sundugu kahvenin tadini cikarmayi unuturuz. Kahvenizin tadina varin!En mutlu insanlar her seyin en iyisine sahip degildirler. Sadece her seyin en iyi sekilde tadini cikartirlar.Basit yasayin. Cömertce sevin.Birbirinize derinden itina gosterin.. Nazik olun.Gerisini Allah' a bırakın.
Alıntı

BİR DÜŞÜNÜŞ KIRINTISI


Yaşanılan her şey, durgun bir suya akseden görüntüler gibi. Nasıl engin sular bile hafif bir esintiye yenik düşüp dalgalanırsa; hissiyât da derinleştikçe, yaşanılanların gidişâtındaki en ufak bir seyirme öyle allak bullak eder gönülleri...Olanları kavramaya çalışan zihinler, hemen sarılırlar sebepler zincirine. "Nedir bu hal? Bu da neyin nesi? Nerden nereye bu gidiş!" Zihinler ardı arkası kesilmeyen soruların esaretinde…Ne kadar zor, bir şeylerin adını koymak, ne kadar da anlamsız yaşanılan her şeyde bir ismin gölgesi altına sığınmaya çalışmak. Yoksa bizim kavrayamadıklarımızdan oluşan bu anlamsızlıklar içinde boğuluşumuz; bir beşer idrâkinden yansıyan sebepsiz anlayamama acziyetinin verdiği bir kargaşa mı?İllâ görmek, kavramak, ve "bu, budur demek" mi lazım!Oysa her bakış, bir görüşün mü alâmetidir? Her duyuş, bir anlayışın, bir kavrayışın mı eseridir?Öyle olsa güç yetirebilir miydik yere, göğe ve her ikisi arasındakilere pervasızca savurduğumuz bakışlara? Bir bakışın idrakiyle titrerken, bir ikincisine cesaret edebilir miydik?Zerreden kürreye her birinde Cenâb-ı Hakk'ın ilâhî ihtişamını seyretmek, benliklerimizde keyifli bir kahkaha mı; yoksa gafilliğin ve nankörlüğün idrâkiyle, Rabbimizin mülkünde başıboş gezişimizin verdiği mahcûbiyetle bir iç muhasebesi hâline bürünmek mi olurdu?Oysa ne de çabuk unutuyoruz:"İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?!" (Kıyamet, 36) hitâbına muhatap olduğumuzu...Eğer gerçekten her duyuş, bir anlayış kabîlinde olsaydı; inleyen, zikreden ve yalvaran mahlûkâtın, hisli gönüllerinden yükselen bir nidâya dahî muvaffak olmak, hissedişle sığ olan bu gönüllerimizi kendinden geçirip engin deryalara açılan birer pencere hâline getirmez miydi?Yaşam bizim için "Böyle gelmiş, böyle gider..."lerden daha öteye geçip, gerçek bir kulluğu yaşama idrakine dönüşmez miydi?Yaşadığımızı, tattığımızı sandığımız "sevgi", dillerde dolaşan bir lakırtı olmaktan kurtulup kalpleri yakan bir uyanış hâline gelmez miydi?Îmânımızın şahlanışını ruhumuzda seyretmez miydik? Hem bu şahlanış, "Ben!.." diyen nefsimize, "Bana!.." diyen menfaatçilere, peşimiz sıra kuyumuzu kazan, karanlıkları yaldızlı boyalarla sıvamaya çalışan iblise ve O'ndan, O'nu anmaktan, O'nu sevmekten, O'na kul olmaktan bizi alıkoyacağını bildiğimiz, bilmediğimiz varolabilecek her şeye bir başkaldırı olmaz mıydı.Peki nedir hâlâ sebât edişimizin sebebi?Bu anlamsız ve yersiz sükût da neyin nesi?Daha bürünmedi mi gözlerimiz aşka!Biz hâlâ o pembe masalların diyarlarında mı kaldık? Yoksa hayalle gerçeği birbirinden ayıramayacak kadar çıkmaz hülyalara mı daldık? Ya da biz "Ben, insanları ve cinleri yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım!.." (Zâriyat, 56) buyruğuna muhatap olan insan ve cin toplulukları içerisinde başka bir boyutta mı yaratıldık?Düşünceler!Baktığımız her şeyde yeni bir düşünüş...İbret mi alıyoruz, hikmetleri mi anlamaya çalışıyoruz? Yoksa bütün bunları tefekkürün inceliklerine dalış zannedip de yalnızca kendimizi mi oyalıyoruz?Cenâb-ı Hak; "Biz dünya hayatını oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık" derken, peki bizim bu anlayışımız, daha nereye kadar?Saniyeler dakikaları, dakikalar ânları, anlar yaşanılanları kovalayıp durdu. Toprak bile bağrında sakladığı tohumdan bir ağaç büyüttü.Örümcek bozulmasına inat, her gün yeniden ördü ağlarını...Kuşlar bıkıp usanmadı kırık dökük yuvalarını yeniden inşa etmekten.Bir bebek bile "düşe kalka" derken yürümeyi, "birkaç kelime" derken konuşmayı öğrendi.Bizler de biz olalı neler yaptık?..Neler yapıyoruz?!
.Alıntıdır..
Dolu dizgin akan sular durulacak beklede gör...

Karşı duran fırtınalar yorulacak beklede gör...

24 Haziran 2008 Salı

ŞİFALI BİTKİLER HAKKINDA BİLMEDİKLERİMİZ....


1) Bitkileri ıhlamur gibi kaynatıp balla tatlandırarak içiniz. Fokur fokur uzun süre kaynatmayınız. Sıcak suda akşamdan sabaha kadar bekletin, sıcak-soğuk tavsiyeye göre içiniz.
2) Devamlı kullandığınız marul, soğan, roka, ceviz vs. gıdaların yan tesirine ve telafilerini gözönünde bulundurun, çok önemlidir

.3) Bitkilerle tedavi, yan tesirini ve telâfisini bilince çok yönlü ve ucuz tedavi şeklidir. Yalnız uzun süre kullanmak gerekebilir.

4) Usaresi (özü) acı olan bitkiler şifalıdır.

5) Usaresi (özü) ekşi olan bitkiler (limon gibi) kabızlık yapıcı ve kan temizleyicidir

.6) Çoğu bitki ve meyvelerin yan tesirini yine aynı bitkinin kendisinin başka yeriyle telâfisi Allah'ın (cc) kudret ve azametinin bir delilidir. Sineğin bir kanadı zehir, diğer kanadı panzehir, fındık sivilce ve kaşıntı yapıyor, yaprağı önlüyor, kayısı ishal yapıyor, çekirdeğinin içi ishali önlüyor.

7) Meyvelerin (Kayısı, incir, şeftali gibi) hazmı kolaylaştırma etkisi, kuru bitkilerden daha fazladır.

8) Bir bitki içilerek bir hastalığı tedavi ediyorsa, sürülerek de aynı hastalığa faydası vardır. Bir bitki sürülerek bir hastalığı tedavi ediyorsa, içten (yenerek-içerek) aynı bitkiyle tedaviyi de uygulamak gerekir. (Sarımsak yağı romatizmaya faydalıdır, sarımsak yemek daha çok faydalıdır.) Bazı zehirli bitkilerin yenmesi zararlıdır.

9) Nohut, mercimek, fasulye, pirinç, gibi baklagillerin suları iyi temizleyicidir. Islatılıp bekletildikten sonra çamaşır makinasına konursa bu sular beyazlatıcı görevi yapar. Sirke çamaşır makinasına yıkama esnasında konursa çamaşırları dezenfekte eder.

10) Eğer bitkiyi kendiniz topladınızsa, mutlaka gölgede kurutun.

11) Çoğu yaş bitkiler kurusundan daha tesirlidir.

12) Kitabı okuyup da, şu hastalığa şu, şu bitki iyi geliyor diye not alıp 10-20 çeşit bitkiyi karıştırıp kafanıza göre terkip yapmayın, çünkü karışım çoğaldıkça, bitkilerin tesir gücü azalıyor ya da kayboluyor. Bitkilere şifayı veren, bitkilerde mevcut olan kimyasal elementlerdir, bunlar birbiriyle fazla tepkimeye girince farklı bir kimyasal bağ oluşuyor.

13) Tedaviyi, iyi bildiğiniz, severek yiyip içtiğiniz, evinizde ve manavda bulunan temel meyve, hububat ve sebzelerle uygulayın. Eğer dikkatlice bunları incelerseniz çoğu hastalıklar şifa olarak, salata olarak yediğimiz bitkilerle tedavi edilebilir, biz size sadece yol gösterdik. Un var, şeker var, helva yapmasını tarif ettik.

14) Bir bitki ya da meyve size dukunuyorsa, çok da seviyorsanız, mutlaka telâfısiyle beraber kullanın. Atin Ölümü arpadan olsun zihniyetinden vazgeçin.

15) Bal, çörek otu, misvak, incir, hurma, sarmısak gibi tıbbı nebevide tavsiye edilen bölümleri iyi okuyun ve yerken "Resûlullah (sav) Efendimiz tavsiye ettiği için yiyorum" diye yiyin. Bunlar, tabiplerin tabibi Efendimiz (sav) tarafından seçilmiş çok yönlü şifa verici, Allah'ın kullarına ihsan ettiği nimetlerdir. Hem şifa, hem gıda, hem sünnet sevabı kazanmak için buyrun afiyet olsun.

16) Her işte olduğu gibi bitkilerle tedavide de "amellerin hayırlısı orta olandır", "amellerin hayırlısı az ve devamlı olanıdır" hadislerinin ışığı altında az fakat uzun süre kullanımı tercih edin. Ne olacaksa olsun deyip çok kısa sürede çok fazla tedavi uygulamak beden makinasının sistemini bozar. "Kütük gibi kısa ve kalın olmak yerine, ince ve uzun olmak daha iyidir."

17) Önce hastalığınızın mahrecini, nereden kaynaklandığını iyi tespit edin. Ondan sonra ona uygun bitkiyi deneyip tedaviye devam edin.

18) Batı'da doktorlar tarafından önce bitkisel tedavi tavsiye edildiğini, bir gün tüm dünyada bu sisteme geçileceği gerçeğini aklınızda bulundurun.

19) Bitkilerle ilgili Hadis-i Şeriflere uydurma diyenlere, Resûlullah (sav) Efendimizin melek olmadığını, onun da bedeni olduğunu, yiyip-içtiğini ve irtihal ettiğini hatırlatın.

20) Baldıran gibi zehirli otlardan uzak durun, çocuklarınıza zehirli olduğunu tembih edin, köylerde birçok çocuk bu otu yediğinden Ölmüştür. Socrates hakkında verilen idam cezası, baldıran içirilerek infaz edilmiştir.

21) Bazı kitaplarda, Batı'dan direkt tercüme olduğu için bitkilerin alkolde bekletilip içilmesi önerilmektedir. Alkolün çözücü özelliği olduğundan mıdır? Yoksa haramı şifa kabında sunup içirmek için midir bilemiyoruz. "Alkol, bitkinin olan şifasını da alır, içene sarhoşluk kalır."2

2) Allah (cc), şifa verdiği hastalığın sırrını bitkide belirtmiştir. Bu bazısında çok bariz (ceviz beyin şeklinde), bazısında rumuzlu, (dulavrat otu pıtrağı sakal bölünmesine karşı) bazen de tadında, kokusunda veya renginde (san olgun salatalık sanlığa karşı) hastalığın şifası gizlidir. Rabbim kâinatı zaten Kitabullah olarak yaratmış. Kuran-ı Kerim'de de "Siz, hiç göğe, deveye bakmaz mısınız; nasıl yaratıldı?" diye bize kâinatı ibret nazarıyla incelememiz emredilmiştir. İbrahim (as), Halik-ı Zülcelâli, Kitabullah olan kâinatı incelerken bulmamış mıydı?

23) Bu bağlamda bütün diken familyaları (türleri) ucu sivri, iğne gibi olduğundan, tıkanıklık çözücü, idrar söktürücü ve özellikle karaciğer tıkanıklıklarını çözücü, karaciğeri güçlendirici diyebiliriz.

24) Özellikle yabani hayvanlar Allah'ın (cc) ilhamı ile (iç güdüleriyle) hastalandıklarında kendileri hastalıklarına deva olan otu bulurlar. Yılan, kış uykusundan uyanınca, rezeneye gözlerini sürter. Ehilleşmiş hayvanlarda bu içgüdü körelmiştir. Allah (cc), ehilleşmiş hayvanın sorumluluğunu da sahibi olan insana yüklemiştir. Yabani hayvanlar takip edilerek (ciddi bir çalışma ile) otların şifası tespit edilebilir.

25) İçinde sümüksü madde bulunan bitkiler, (ıhlamur, keten tohumu, sinirli ot gibi) yara, iltihap üzerine etkilidir. Cilt temizleme Özelliğine sahiptir.

26) Bütün ağaç sakızlarının yara iyileştirici özelliği vardır.

27) Bitkilerden yeme-içme, pansuman dışında, aynı şifayı el-ayak şifalı suda yarım-1 saat bekletilerek istifade edilebilir. Çünkü parmak aralarından vücuda sirayet eder.

28) Şifalı bitkilerle hayvan hastalıkları da tedavi edilebilir. Hayvanın sevdikleri lahana-kekik-yonca-kabak, palamut vs. direkt yedirilir. Yemedikleri mürver-civanperçemi vs. yeme karıştırılıp yedirilir.

29) Anne sütünü arttıran anason-mürver-lahana- rezene vs. gıdalar, hayvanın sütünü de arttırır. Süt artırmak için her yola başvuran yem fabrikalarının dikkatine arz olunur. Anason, hayvanda, (cola gibi) alışkanlık da yapabilir. Aynı zamanda yerne rayiha (aroma) katar. Hayvanın hazım ve gaz gibi problemlerini de halleder.

30) Bebeklerin tedavisinde, anneye rahatsızlığı gideren gıdalar yedirilir. Anne sütünden çocuğa bu şifa geçer. Meselâ bebelerde sık sık görülen sarılık vakasında anne san salatalık rendesiyle bal karışımını bol bol yer, bebeye de az yedirir. Biz buna şifa içinde şifa metodu ismini uygun gördük.
Kaynak : Şifalı Bitkiler ve Emraz

DOSTLUK TESTİ


Dostluğunuzu test ettiniz mi? Dostluk Testi!
Nasıl bir dost olduğunuzu merak ettiniz mi hiç?

İyi bir dost olmanın gereklerini üzerinizde taşıyor musunuz? Gerçi dostluk bir teraziye konacak kadar müşahhas bir şey değildir, ama biz sizin için bir test hazırladık.

Test sonucunda nasıl bir dost olduğunuzu görme imkânınız olacak.

Dostluk Testi

- Dostunuz sizden borç para istedi.

a) Bende varsa veririm.
b) Bende yoksa çevremden bulur veririm.
c) Olmadığını söylerim.

2- Dostunuzla buluşmak üzere sözleştiniz. Ancak buluşma zamanı geldiği halde dostunuz ortalarda yok. Ne yaparsınız?

a) Gelmesini beklerim.
b) Zamanında gelmediği için kızarım.
c) Bir dahaki sefere ben de onu bekletirim.
3- En son ne zaman bir dostunuzu ziyarete gittiniz ?

a) 1 hafta önce.
b) 1 ay önce.
c) 3 ay önce.

4- Dostunuzla aranızda tartışma çıktı ve size bağırmaya başladı

a) Ben de ona bağırırım.
b) Sakinleşmesini bekler, anlamaya çalışırım.
c) Bir daha onunla konuşmam.

5- Dostunuzun sesi telefonda çok üzgün geliyor

a) Meşgulüm, anlamazlıktan gelirim.
b) Ne olduğunu sorar, derdine ortak olurum.
c) Mümkünse hemen yanına gider, yardımcı olurum.

6- Dostunuz üzerinizdeki kazağı çok beğendiğini söyledi

a) İsterse, çıkarır ona hediye ederim.
b) Ona aldığım yeri söylerim.
c) Teşekkür ederim.

7- Soğuk bir havada gezerken dostunuz üşümeye başladı

a) Kazağımı veya ceketi çıkarır veririm.
b) Ona bir kazak satın alırım.
c) Fark etmemiş gibi yaparım.

8- Dostunuz işsiz kaldı

a) Tanıdıklarım vasıtasıyla iş ararım.
b) Birlikte iş görüşmesine giderim.
c) Çok üzüldüğümü söylerim.

9- Dostunuz bir iş görüşmesine gidecek, çok gergin ve sinirli

a) Onu rahatlatmaya çalışırım.
b) Ortadan kaybolurum.
c) Yapabileceğim ne varsa yaparım.

10- Dostunuzla fikirleriniz ters düşmeye başladı

a) Dostluğumu keserim.
b) Saygıyla karşılar, anlamaya çalışırım.
c) Onu ikna etmeye çalışırım.

11- Dostunuz vakti gelmiş borcunu ödeyemeyeceğini söyledi.

a) İcraya veririm.
b) Borcunu ertelerim.
c) Canı sağ olsun, olunca verir.

12- Dostunuzun sizin arkanızdan konuşarak kötülediğini söylediler.

a) Söylenenlere inanmam.
b) Ben de onu kötülerim.
c) O söylediyse bir sebebi vardır.

13- Sizin tanıdığınız, dostunuzun hoşlanmadığı biri ile aynı ortamda karşılaştınız. Ne yaparsınız?

a) Onunla sohbet ederim.
b) Mesafeli dururum.
c) İkisini de idare etmeye çalışırım.

14- Dostunuzun dostu olduğunu söyleyen biri gelerek sizden para istedi

a) Veririm.
b) Dostuma sorar öyle veririm.
c) Kendisini tanımadığımı söyleyerek vermem.

15- Dostunuzun çok yakın bir akrabası hastalandı, sizden yardım istiyor

a) Hastaneye götürürüm.
b) Ne yapması gerektiğini söylerim.
c) İşim olduğunu söylerim.

16- Dostunuz yanlış bir tercih yaptı

a) İkaz ederim.
b) Engellemek için elimden geleni yaparım.
c) Hiçbir şey söylemem.

17- Aniden ensenize bir tokat atıldı. Dönüp baktığınızda karşınızda en samimi dostunuzu gördünüz.

a) Hoş geldin der kucaklarım.
b) Sinirlenir, kızarım.
c) Böyle şakalardan hoşlanmadığımı uygun bir dille söylerim.


Puanlama:

a b c
1 2 3 1
2 3 2 1
3 3 2 1
4 2 3 1
5 1 2 3
6 3 2 1
7 3 2 1
8 2 3 1
9 2 1 3
10 1 3 2
11 1 2 3
12 3 1 2
13 1 3 2
14 2 3 1
15 3 2 1
16 2 3 1
17 3 1 2


Değerlendirme:

1-17: Karneniz çok kötü, köklü bir değişime ihtiyacınız var. Size tavsiyemiz kendinizi yeniden gözden geçirerek çevrenizdeki insanlara karşı daha müsamahakâr davranmanız. Sert ve kırıcı tutumlarınızla çevrenizdeki insanları kendinizden uzaklaştırıyorsunuz.

18-26: Dostluk kıvılcımları var, ama çok çalışmalısınız. Sinirlerinize hâkim olmayı öğrenebilirseniz etrafınızdaki dostlarınızın arttığını göreceksiniz. Biraz daha sakin olmaya çalışın.

27-34: Çok iyi değil ama gelişmeye adaysınız. Sizden iyi bir dost olabilir. Tek yapmanız gereken etrafınızdaki insanlara biraz daha fazla vakit ayırmak ve onların isteklerini anlamaya çalışmak.

35-43: Aranan bir dost olmanız için biraz gayret gerekiyor. İyi bir dostsunuz ama bu yeterli değil. Etrafınızdaki insanların her zaman sizi aramasını istiyorsanız dostlarınızın dertleriyle dertlenmeniz gerekiyor.

44-51: Mükemmel bir dostsunuz, herkes sizinle dostluk kurmak istiyor. Dostlarınız her sıkıştıklarında sizi yanlarında görmek istiyorlar ama şunu unutmayın, gelişimin sonu yok.

Moral Dünyası Dergisi
2008-06-11

17 Haziran 2008 Salı

HAYATTA TIKANIP KALDIĞINDA


Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde,Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını,Dağlara dönmeli yüzünü insan.Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak;Yeni insanlarla 'tanışmalı, yeni keşifler yapacak....Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa, Gerçekleştirmeyi denemeli!Her geçen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını; zamanın bir nehir,Kendisinin bir sal olup da, O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı.Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler,Her akşam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa,Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri;Küçük şeylerle başlamalı belki; örneğin, bir kaç durak önce inipServisten, otobüsten; yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini;Gördüğünü hissedebilmeli!Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce,Değerli olabilmeli hayat!İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için!Başkasının yerine koyabilmeli kendini;Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli!Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli!Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı; Sevgisiz, soysuz kalarak!Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden,Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine...Güneşin doğuşunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını...Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada boranda; Öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın!Bir çocuğun ilk adımlarında umudu; bir gencin düşlerinde geleceği;Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli! Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu Olmayı beklememeli!Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı; Bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı!Çünkü; hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için, hiç Çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin; ağlamayı bilmiyorsan, Neşesizdir kahkahaların;Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların...Ne, herkesi düşünmekten kendini, ne; kendini düşünmekten herkesi unutmamalı!Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın; hep vermek ya da hep almak için...Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil,Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli!Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...Hafızası olmalı insanın; hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için!Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak! Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi;Ama, kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin;Zaman bulabilsin; Bir teşekkür, bir elveda için...Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer; Asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten;Ama, herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı...!